eskisehirspor.com Giriş Sayfası
Forum Forum > Diğer > Türkiye'de ve Dünya'da Futbol
  Aktif Konular Aktif Konular
  FAQ FAQ  Forum Arama   Takvim   Kayıt Kayıt  Giriş Giriş

Eko-Spor: Süper Lig özelleştirilebilir mi?

 Cevapla Cevapla Sayfa  <1 4567>
Yazar
Mesaj
  Konu Ara Konu Ara  Konu seçenekleri Konu seçenekleri
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 18/Eki/2010 saat 10:55
Futbol kulüpleri neden satılıyor?

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR
taksar@gmail.com

18.10.2010 - 09:24

Geçen hafta yazılı ve görsel basında çok fazla yer almasa da,  yurtdışında Liverpool'un satışına ilişkin önemli haber ve yorumlar vardı. Liverpool'un çok ciddi bir borç yükü altında olması satışı ilginç kılıyordu. Bu kadar borç batağında olan bir kulüp neden satın alınırdı ki? Liverpool'un yıllık gelirleri belli olduğuna göre bu kadar borcun altına kim neden imza atıyordu?

Bu hafta biz Liverpool özelinde futbol kulüplerinin alınıp satılmasını ele alıp, irdelemek istiyoruz. Ancak buna geçmeden önce Liverpool'un satışına ilişkin ilginç gelişmeler de yaşandı. Başlangıçta satış,  kulüp yönetimince onaylanmasına karşın, daha sonra kulüp sahipleri Tom Hicks ve George Gillett'in,  önerilen 300 milyon sterlini az bularak, satışın durdurulması için mahkemeye gitmeleri bir futbol kulübü için gerçekten enteresan gelişmelerdi. Öncelikle isterseniz Liverpool'un satışına ilişkin süreci kısaca bir anımsayalım.

Başkan Liverpool'un satıldığını açıkladı!

Her ne kadar Liverpool'un satışı Premier Lig yönetimince henüz onaylamamış olsa da, Liverpool Başkanı Martin Broughton, geçen hafta kulübün resmi sitesinde satış işleminin başarıyla sonuçlanmasından duyduğu mutluluğu dile getiren ifadeler kullanmış  ve Amerikan şirketi New England Sports Ventures 'in (NESV) teklifinin, Liverpool yönetimine iletilen tekliflerden en iyisi olduğunu belirtmişti. Hatta başkan Martin Broughton NESV'i aynı zamanda Liverpool'un 'her zaman kazanma' felsefesine en uygun alıcılardan birisi olarak nitelemiş, satış sürecinin başarıyla tamamlandığını kulübün resmi sitesinden kamuoyuna ve taraftarlara duyurmuştu.

Kısacası, Liverpool Kulübü Yönetim Kurulu yaptığı açıklamalarla, kulübün satışı ile ilgili ABD'nin ünlü beyzbol kulübü Boston Red Sox'un sahibi de olan NESV şirketiyle anlaştıklarını bildirmiş ve kulüp açısından mutlu sona varılmıştı. Ancak daha sonradan  olay birden tersine döndü. Liverpool yönetimi önce mahkemeye, daha sonra da Premier Lig'e başvurarak, satışın durdurulmasını talep etti.

Liverpool'un şu anki sahipleri Tom Hicks ve George Gillett, 2007 yılının Şubat  ayında Liverpool'u 347.5 milyon dolara satın almışlardı.

Hicks ve Gillett, Royal Bank of Scotland'a olan 237 milyon sterlin borcun vadesinin yaklaşıyor olması nedeniyle kulübü bir an önce elden çıkartmaya çalışmaktaydılar.

Liverpool'un satışı mahkemeye taşınıyor

BBC'nin haberine göre; Liverpool'un Amerikalı sahipleri Tom Hicks ve George Gillett, kulübün Amerikan şirketi NESV'e satışını önlemek için mahkemeye başvurdu.

Tom Hicks ve George Gillett, Liverpool Yönetim Kurulu'nun kabul ettiği 300 milyon sterlinlik  teklifi yetersiz buluyor.

Anlaşmanın yapılması halinde 200 milyon dolardan fazla kayba uğrayacaklarını ifade eden Hicks ve Gillett, Liverpool yönetim kadrosu içindeki oylamada üç kabul oyuna karşılık iki oyla azınlıkta kalınca satış kararını mahkemeye taşımıştı.

Amerikalı şirket sahipleri, kulübün yönetim kurulu başkanı Martin Broughton'un böyle bir satışı onaylama yetkisi bulunmadığını savunuyor.

Satış tartışması

Guardian Gazetesi spor ekinde ise Liverpool'la ilgili bir gelişmeye daha yer verildi.  Singapurlu milyarder iş adamı Peter Lim de Liverpool için karşı bir teklifte bulunmuştu.

Guardian'a göre Peter Lim, "sahneye çıkmayı bekliyor"du.  Gazete, Lim'in de Liverpool için 476 milyon dolarlık (300 milyon sterlin) bir teklifte bulunduğunu; hatta teklifin bazı yönlerinin, taraftarlar için NESV'in teklifinden de iyi göründüğünü belirtiyordu.

Yine gazetenin haberine göre, Liverpool'un vadesi gelen borcunu ödeyememe durumu gerçekleşirse, kulübün kayyuma devredilmesi ve takımının dokuz puanın silinmesi gündeme gelebilecekti…

Liverpool'un satışı durdu!

NESV yetkilileri, bu durumda, Liverpool'u, en azından aynı koşullarda satın almaktan vazgeçebileceklerinin sinyalini vermişti.

Liverpool'un eski sahipleri Tom Hicks ile George Gillett'in , ABD'nin Teksas eyaletindeki bir mahkemeden Liverpool Kulübü'nün NESV'e satış sürecini durduracak geçici bir karar aldığı açıklandı.

Kulübün Amerikalı sahipleri Tom Hicks ile George Gillett Jr. tarafından yapılan açıklamada, mahkemenin, Liverpool'un satışını ihtiyati tedbirle durdurma kararı aldığı iddia edildi.

Açıklamada, kulüp için teklif edilen meblağın yetersiz olduğu, satışın gerçekleştirilmesi halinde kulübün, gerçek pazar değerinin yüz milyonlarca dolar altında bir rakama satılacağı ve bu nedenle satışa onay veren 3 yönetim kurulu üyesinin mahkemeye verileceği kaydedildi.

İngiliz Yüksek Mahkemesi, Liverpool'un satışıyla ilgili açılan davada, dün Tom Hicks ve George Gillett aleyhinde karar vermiş ve kulübün satışıyla ilgili süreçte yönetim kurulunu haklı bulmuştu.

Sonunda satış gerçekleşti

Liverpool'un The Royal Bank of Scotland'a faizleriyle birlikte yaklaşık 237 milyon sterlin  borcunun bulunması,  Tom Hicks ve George Gillett'i vadesinde bu borcun ödenmesi için yeni bir kaynak arayışına itmişti. Ancak ilk önce yaklaşık 1 milyar sterlin, arkasından da 600 milyon sterlin değer biçtikleri kulüplerinin 300 milyon sterline Amerikan NESV'e satılmasına onay vermeyen ancak yönetim kurulunda 2'ye karşın 3 oyla satışın gerçekleşmesinin de önüne geçemeyen ortaklar, her ne kadar Amerikan Texas eyalet mahkemesinden satışı durduracak bir karar almalarına karşın, İngiliz mahkemesinin satışın durdurulmasına ilişkin Hicks ve Gilett tarafından açılan davanın ret edilmesine karar vermesi sonucunda Liverpool resmen yeni bir Amerikalı firmaya satılmış oldu.

Kulüpler nasıl satılabilir aşamaya geldi?

Liverpool örneğinde olduğu gibi bugün Avrupa'nın çoğu liginde mücadele eden futbol kulübü satıldı, hisseleri el değiştirdi veya mevcut borçlarını ödeyemedikleri için İtalyan Roma kulübü örneğinde olduğu gibi bankalara devredilmek durumunda kalındı.

Sadece futbol oyununu oynamak için kurulmuş bu asırlık kulüpler bugün nasıl oluyor da satılıyor, hisseleri el değiştiriyor? Bu soruya yanıt verebilmek için biraz geriye gitmemiz gerekecek…

Futbol endüstrileşiyor

Eğlence ve endüstriyel sanayinin en ileri dönemini yaşadığımız bu çağda, dünyanın en evrensel ve en küresel işini futbol olarak tanımlarsak, herhalde yanılmamış oluruz. Hangi sanayinin ana dalında ya da hangi endüstri kolunda, üç milyarın üzerinde bir kişiden talep yaratabilecek bir sektör ya da üründen söz edilebilir ki?

Tüketim boyutlarını fark eden kulüpler dünyanın her tarafından taraftar kazanmanın yolunu günümüzde buldu. Bugün Avrupa'nın Real Madrid, Barcelona, Manchester United, Liverpool gibi üst düzey kulüplerinin formaları ve logolu ürünleri dünyanın dört bir tarafında milyonlarca insanlara satılıyor.  Dijital platformlar sayesinde bu kulüplerin maçları tüm dünyada milyarlarca insan tarafından izleniyor. Sadece Premier Lig maçları haftalık 470 ülkede canlı yayınlanıyor.

Seksenli yılların ortasından itibaren digital yayın olanaklarının (platformlarının) gelişmesine paralel olarak, futbol sektörü de niteliksel bir değişime uğradı.  Globalleşme ile birlikte futbol da yavaş yavaş spor olmaktan öteye doğru yol aldı.

Milyarların ilgisini çeken bir spor dalı olarak futbol, bugün olimpik ruhtan hızla uzaklaşarak; günümüzün en yaygın tüketim kalıplarını belirleyen, ticari iş kollarından birisi olup çıktı. Bu ticari gelişme, futbolun pazar için yeniden üretimini sağlayan bir sürecin kaçınılmaz sonucudur da aynı zamanda. Yani futbol, gelişen ve değişen koşulların sonucunda, nitelik ve içerik olarak ciddi bir evrimsel süreç geçirdi. Alınıp satılan bir meta haline geldi.

200 milyar dolarlık bir pazar

Bunun parasal anlamı ise, tüm dünya genelinde dışsal etkilerini de dikkate aldığımızda 200 milyar dolara yaklaşan devasa cirodur. Bu anlamda futbol bugün sportiflikten endüstriyelliğe çevrilirken; spor kulüpleri de birer ekonomik örgüt olup çıktı. Bu değişim ve gelişim sürecini; futbolun yan ürünlerinin pazarlanmasında, futbol-medya ilişkisinde, taraftar ve yıldız futbolcu profilinde, hatta taktik anlayışlarda bile gözlemleyebiliyoruz. Bu dönem futbolun bir çeşit kabuk değiştirme dönemi bir bakıma…

Doksanlı yıllarda endüstriyel ve ticari yönünü daha da küreselleşerek milyonları peşinden koşturan bir etkinlik, sosyal hayatın önemli bir parçası, gündelik yaşamda hakkında en çok konuşulan tartışılan konu haline geldi futbol. Bu dönüşüm futbolu yalnızca bir spor dalı olmaktan çıkardı ve adeta büyük bir sektöre dönüştürdü. Dünya sporu haline gelen futbolda temel amaç da tüketim olmaya başladı. Günümüzün futbolu artık bir gösteri endüstrisine (show bussines) dönüş bulunuyor.

Bu endüstriyel süreç tam anlamıyla futbolun niteliksel dönüşüm süreci aslında… Yeşil sahalardaki her hamle, her taktik, her diziliş ve kurgu tam anlamıyla bu sürecin ve endüstrinin bir parçası konumunda. Zenginler için stadyumlardaki localara kurulan VIP'ler, kulüplerin borsadaki işlemleri, sponsor firmalar, televizyonlardan alınan yayın hakkı ücretleri, takımların logosunu taşıyan forma, kaşkol, kasket, eşofmanları ve minik bir servet oluşturan kombine biletleriyle, yıllık yüzmilyon dolarlara ulaşan gelirleri ve harcamalarıyla  bir futbol ekonomisi oluştu.

Kulüpten özel şirkete

Futbolun bu süreçte giderek parasallaşıp ticari bir karaktere bürünmesi başta futbol kulüpleri olmak üzere çoğu şeyin niteliğini ve içeriğini değiştirdi. Çünkü yıllık gelirlerin ve giderlerin  yüz milyon dolarlara ulaşması, kulüpleri birer sportif organizasyon olmaktan daha çok ekonomik-sportif organizasyonlara dönüştürdü. Böylesine büyük bütçeler doğal olarak kendi örgütlenmesini ve ekonomisini de yeniden yarattı. Aslında kulüplerin ilk şirketleşmesi, bugünden çok daha farklı bir anlam ve sorumluluk taşımaktaydı.

İlk şirketleşen kulüplerde amaç farklıydı

Başlangıçta bütün futbol kulüpleri gönüllü üye kuruluşları olup amaçları spor yapmaktı. Seyircilerden para almak veya futbolculara para ödemek gibi bir anlayışları yoktu. Günümüzde çeşitli federasyonlara kayıtlı çok sayıdaki futbol kulübü hala bu anlayışla varlığını sürdürüyor. 

Zaman içinde futbolun para karşılığı da yapılabileceği, insanların bunu ödemeye hazır oldukları ortaya çıkınca, futbol giderek profesyonelleşti ve para ile dönen bir örgütlenme şekline dönüştü. Bunun çeşitli hukuki ve finansal sorunları da beraberinde getirmesi, özellikle İngiltere'de kulüplerin hızla anonim şirketler şekline dönüşmesine yol açtı.

Kulüplerin ilk şirketleşmesinin profesyonellikle birlikte ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Nitekim bu bağlamda ilk şirketleşen kulüpleri İngiltere'de görüyoruz. İngiltere'de geçen yüzyıl başında kulüplerin şirketleşmesi, futbolun profesyonelleşmesine paralel olarak gerçekleşti. Kulüpleri yönetenler para hareketlerinin kendilerini sorumluluk altına sokmasını istemiyorlardı ve buna göre kulüpler sınırlı mali sorumluluk gerektiren limited şirketler (PLC) haline dönüştürüldü ve bu yapı aynı zamanda kulüp yöneticilerinin kulüplerden mali çıkar sağlamasına da olanak veriyordu.

İngiltere Federasyonu (FA) kulüp yöneticilerinin kulüplerden çekebileceği kaynaklara bir sınır getirdi (Kural 34). Bu kurala göre hisselere ödenecek maksimum temettünün bir sınırı vardı ve kulüp yöneticilerine ödeme yapılması yasaklanıyordu. Ayrıca kulübün iflas ederek tasfiye edilmesi halinde aktifleri bir yerel spor kuruluşuna devredilmeliydi. Bu anlayış bir çok ülkede kulüpler ve yerel yönetimler ve Barcelona gibi taraftar kuruluşları ile derinlemesine ilişkilerin gelişmesine yol açtı.

Şirket olarak futbol kulübü

Genellikle dernek şeklinde örgütlenen futbol kulüpleri tarafından yürütülen sportif faaliyetler önemli bir ekonomik faaliyetin konusunu oluşturuyor. Bu oyunda futbolcular profesyonelleşirken, kulüpler de şirketleşiyor. Avrupa'daki takımların neredeyse tamamı şirketleşirken, Türkiye'de de bu sayı giderek artıyor.

Bir çok durumda kulüpten şirkete dönüşme, pratik bir uygulama olarak karşımıza çıkıyor. Şirketleşmenin çeşitli yararları bulunduğu tartışılabilir. Endüstriyelleşmenin değişik meyvelerinden yararlanabilmek amacıyla şirketleşen kulüpler, ilk zamanlar profesyonel futbol için çok önem taşıyan stadyumları inşa edebilecek fonları yaratabilmeyi amaçlıyorlardı. Ancak günümüzde kulüplerin halka arzda bulunabilmeleri için öncelikle şirketleşmeleri gerekiyor. Bu yasal zorunluluk, şirketleşmeyi hızlandıran temel katalizör olarak karşımıza çıkıyor.

Şirketleşme yeni sorunlar yaratıyor

Futbol kulüplerinin şirketleşmesi bugün Liverpool ve Manchester United örneklerinden de görülebileceği üzere kulüplere kaynak yaratmak değil, kulüp kaynaklarının kolaylıkla sektör dışına aktarılabilmesine olanak sağlamak için tasarlanıyor.

İngiltere'de ilk şirketleşmeler 20. yüzyıl başlarında gerçekleşmiş ve kulüp yöneticilerinin kişisel borç yükü altına girmelerini engellemek amacını taşımıştır. Kulüplerin şirketleşerek halka açılması ise sanıldığı gibi ekstra finansal kaynak yaratmak yerine, mali yapıların daha da çarpıklaşmasına yol açmıştır.

Halka açılma

1983 yılında Tootenham Hotspurs halka açılan ilk İngiliz kulübü oldu. O zaman bunun iyi bir fikir olduğunu çok az kişi düşünüyordu, taraftarlar ve sektördeki diğer kulüpler kuşkucu yaklaştı ve borsa oldukça kayıtsız kaldı. 1989 Hillsborough stad faciasından sonra Lord Taylor raporu futbola yatırımlar yapılmasını gerektiren öneriler ortaya koyunca kaynak yaratabilecek finansal mekanizmalar sektörün de gündemine girmeye başladı.

Bugün Avrupa'da otuza yakın kulüp borsada işlem görüyor. Bu kulüplerin piyasa değerleri yüzmilyon eurolara ulaşmış durumda… Sadece Man.Utd.'ın piyasa değeri 1.2 milyar dolar civarında.

Ancak günümüzde yanlış model ve yöntemlerle halka arza gitmek kulüpleri gelecek yıllarında içlerinden çıkamayacakları bataklıklara da sürüklüyor. Bunun en tipik örneği olarak ülkemizde Galatasaray'ı görüyoruz.  Başkan Adnan Polat bir süreden beri Sportif AŞ ile Futbol AŞ'yi birleştirerek, yanlış halka arzın kulübe verdiği milyonlarca dolar zararın önüne geçmeye çalışıyor. 

Ticarileşme sorunları da beraberinde getirdi!

Futbol kulüplerindeki ticarileşmenin yüksek boyutlara ulaşması, sektörde borçlanmanın önünün açılmasına; fon akışlarının giderek bozulmasına, kulüp dışına fon transferinin giderek artmasına ve buna bağlı olarak kulüp aktiflerinizi zaman içinde erimesine neden oldu.

Bugün Liverpool'un içine düştüğü durum tamamen kulüp sahipleri  Hicks ve Gilette'in kulübü satın alırken kullandıkları banka borçlarının, kulübün pasifine kaydedilmesinden kaynaklanıyor. Kulübü borçlandırmak suretiyle, mali durumunu finansal baskı altına sokmak ve süreç içinde kulüpten fon transferinde bulunmak, Liverpool'u içinden çıkılmaz bir noktaya getirdi.

Yine Manchester United 2005 yılına kadar kar eden ve sıfıra yakın bir banka borcuna sahip kulüpken, bu tarihte Malcolm Glazer'ın kulübü satın almasıyla giderek artan banka borçlanması yüzünden kulübün yüksek bir finans baskısına maruz bırakılması, kulübü bu senenin mart ayında 600 milyon sterlinlik tahvil ihracına sürükledi.

Yine yukarıdaki faktörlerin yanı sıra, futbol sektöründe faktör fiyatlarının belirsiz olması, futbolculara yapılan transfer ödemelerinin ve ücretlerin ciddi bir ekonomik hesaba dayanmasını engelliyor. Bu durum da kulüpleri irrasyonel finansal yöntemlere sürüklüyor. Mantık ve finansal denge sınırlarını zorlayacak şekilde borçlanan kulüpler, çoğu zaman bu borçları ödeyebilmek için diyet olarak, uzun yıllarda edindikleri değerli taşınmazlarını, aktiflerinden çıkartıyorlar. Birçok ülkede kulüplerin değerli arsalarının sporla ilgisi olmayan ticaret merkezleri haline dönüştüğü görülüyor. Futbol kulüpleri kendi konuları olmayan seyahat ve otelcilik gibi sektörlerde para ve enerji harcamak durumunda kalıyor.

Kısacası, bugün futbolun endüstriyel bir karaktere bürünmesi, kulüpleri her ne kadar şirketleşmeye zorlasa da hala dernek statüsünde olup Avrupa'da başarılı olan Barcelona, Real Madrid, Bayern Münih gibi dev futbol kulüpleri de bulunuyor.

Ancak, günümüzde giderek yüzmilyon dolarlara ulaşan ciroları ve sahip oldukları şirketlerle  komplike bir yapıya bürünen kulüplerde çoğu zaman dernek yapılanmasının da yönetim,  denetim ve paydaşlar bakımından yeterli bir örgütsel model oluşturamaması, ibra müessesesinin iyi çalıştırılamaması kulüpleri şirketleşmeye yöneltiyor. Hal böyle olunca da sorunlar da beraberinde geliyor. Tüm bunların içinde en önemli ögeler ise kulüplerin iyi yönetilmemesi ve gerekli denetimin yapılamaması olarak karşımıza çıkıyor. Bu durum ise, kulüplerin sportif ve finansal geleceklerini tehlikeye atan, sportif rekabette geride kalmalarına yol açan bir olumsuzluğa neden oluyor.

Sonuçta;

Bugün futbol kulüpleri ulaştıkları popülariteleri sayesinde dünyanın dört bir tarafında kendilerine taraftar müşteri bulabiliyorlar. Küreselleşmenin getirdiği tüm kolaylıklardan yararlanan futbol günümüzde artık,  başka ürünleri pazarlar konuma geldi. Bu durum çoğu iş sahibinin kendi ürettiğini, dünyanın dörtbir tarafına pazarlayıp satabilmesi için iyi bir olanak sağlarken; diğer taraftan da futbol sayesinde yeni iş olanakları yaratılabiliyor, ilave katma değerlere ulaşılabiliyor. 

Futbol kendisi aynı zamanda çok ciddi parasal gelirler yaratabiliyor.

Yine OECD'nin 2009 yılında yayınladığı bir rapora göre futbol kulüpleri aynı zamanda yoğun bir şekilde kara paranın aklanmasında, yasal olmayan servetin yasallaştırılmasında ve başka alanlara para transferinde yoğun bir şekilde kullanılıyor.

Yukarıda değinilen özellikler futbol kulüplerini yüzmilyon dolarca borcu bulunsalar dahi çoğu zaman alınıp satılmada cazip hale getirebiliyor.  

Kısacası günümüzde futbolun öyküsü,  Uruguaylı büyük yazar ve şair Eduardo Galeano'nun ifadesiyle, "…zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküye" dönüşmüş durumda ve  "spor bir sanayi dalına dönüştüğü oranda, iş olsun diye oynandığı zamanki güzelliğinden bir şeyler kaybetmiş" durumda.

 
http://www.dunyagazetesi.com.tr/tugrul-aksar_109_0_yazar.html
Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 25/Eki/2010 saat 10:12
Futbolcuların geleceği var mı?

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR
taksar@gmail.com

25.10.2010 - 09:23

Uzun zamandır üzerinde düşündüğüm bir konudur. Bir futbolcu sakatlanırsa ne olur? Onu nasıl bir gelecek bekliyor? Daha doğrusu herhangi bir futbolcunun bir geleceği var mı? Eğer ki, futbolcu profesyonel oynadığı ve en fit olduğu dönemlerde aldığı / kazandığı paraları kendi geleceğine yönelik bir yatırıma dönüştürememişse veya geleceğini güvence altına alabileceği kadar bir para kazanamamışsa, futbolu bıraktığında ya da bırakmak durumunda kaldığında onu nasıl bir gelecek bekliyor?

İşte günümüz endüstriyel futbolunda hiç göz önüne getirilmeyen ancak her an her futbolcunun başına gelebilecek bir durumdan söz ediyorum.

"Yardıma ihtiyacım var!"

Bu konuya ilişkin bundan yaklaşık bir yıl önce bir telefon konuşmasına muhatap kalmıştım. Bir gün çalan telefonumu açtığımda karşımda tüm mağduriyetine ve içinde bulunduğu acz durumuna karşın, yaşama direncini oluşturan şanlı mazisinin  üzerinde yükselen gururlu, onurlu tok bir ses önce tane tane kendisini tanıttı. Güzel İzmirimizin şimdi Süper Lig'de olmayan bir takımından İstanbul'a, Üç büyüklerden birisine 70'li yılların sonuna doğru gelen bu oyuncumuzu aslında o kuşaklar çok yakından tanırlar.

1950'de İzmir'de doğan ve 1977-1978 Sezonunda üç büyük kulübümüzden birisine transfer olan,  ince uzun fiziği ve hava toplarındaki hakimiyetiyle savunmada kesici olarak görev yapmasına karşın bir sezonda 8 gol atan, 14 kez A Milli formayı giyen ve sonunda bu büyük takımımıza antrenör olarak ta çalışan Türk futbolunun unutulmaz yıldızlarından birisiydi.

Oyuncumuz ALS (Geçmiş yıllarda kaybettiğimiz Fenerbahçeli eski oyuncu Sedat Balkanlı ve Trabzonsporlu İsmail Göcekin'in  hastalığı) olduğunu, her geçen gün eridiğini, çoğu yetisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığını, şu anda bir huzur evinde kaldığını, ailesinin ve çocuklarının bu hastalığı nedeniyle kendisini yüz üstü bıraktığını, çok mağdur olduğunu, eğer kabul edersem kendi fotoğraflarından ve maçlarından oluşturduğu bir albüm kitabını bana göndermek istediğini, bunun karşılığında da benim gönlümden geçen tutarı kendi banka hesabına havale yapıp yapamayacağımı nazik bir şekilde soruyordu. Ben bu dramatik durum karşısında çok etkilenmiştim "tamam siz lütfen hesap numaranızı verin ben size havaleyi yapayım" diyerek konuşmayı tamamlamıştım. Adı gibi kendisi de büyük bir futbolcuydu. Fiziği ve oyun sitiliyle herkesi kendisine hayran bırakan bir futbolcudan gelen bu yardım çağrısına duyarsız kalamazdım ve nitekim bir sonraki gün havaleyi yapmıştım. Kitap da daha sonra gelmişti.

Şimdi bir huzur evinde adeta ölümü bekleyen bu yıldıza bu şekilde bi el uzatma bir çözüm olabilir miydi? Milli olmuş, milyonların sevgilisi eski bir oyuncumuz bu durumda mı kalmalıydı? Ben sadece bir futbolsever olarak kıyıya vuran bir deniz yıldızını tekrar denize atmaya çalışmıştım, ancak bu olsa olsa bir palyatif bir çözüm olabilirdi. Buna ilişkin daha kurumsal ve kalıcı çözüm önerileri yaratmak zorundaydık. Bu durumu 2008 yılında Kutlu Merih ile birlikte yayınladığımız Futbol Yönetimi isimli kitabımızda derinlemesine ele almıştık

Günümüz Futbolu Nitelik Değiştirdi

Futbolun özellikle 1990 yılların başından itibaren tüm unsurlarıyla önemli bir değişim sürecine girdiğini gözlemliyoruz. Futbolun digital platformlar aracılığıyla dünyanın dört bir tarafına ulaştırılması ve dört milyar insana servis edilmesi, futbolun çok hızlı bir şekilde parasallaşmasına ve ticarileşmesine neden oldu. Ticarileşen ve endüstriyel bir kimliğe bürünen futbol artık "iş" olsun diye oynanıyor. Bu kapsamda günümüzün en önemli ekonomilerinden ve "iş"lerinden birisi olan futbol yıllık yüz milyar dolarlara ulaşan devasa pastalar yaratıyor.

Futbolun bu denli hızlı parasallaşıp endüstriyel bir kimliğe bürünmesi, başta futbolcuyu, kulüpleri, gelirlerin yapısını, statları, taraftarı, topu, hakemi kısacası futbolun tüm ögelerini etkiledi ve değiştirdi. Bu değişim sürecinden en çok etkilenenlerin başında futbolcular geliyor. Ellili yıllarda maç içinde ortalama üç buçuk dört kilometre koşan, dinlenerek oynayan futbolcunun yerini bugün sahada onbir - oniki kilometre koşan, fizik kondüsyonu yüksek biyonik futbolcular aldı. Her şeyin çok hızlı tüketildiği çağımızda, futbolun da hızlı tüketilmesi ve daha çok paralar yaratabilmesi için hızlı oynanması gerekiyor.

Yine Ellili yıllarda uluslararası kimliğe sahip turnuvalara katılan takım sayısı, bugünle kıyaslanamayacak kadar azdı. Bu nedenle o yıllarda bir futbolcu kendi ligleri dahil senede en fazla 30 veya 40 maç yapabiliyordu.

Günümüze geldiğimizde ise işin rengi ve boyutu değişti.  Bugün futbol sert ve hızlı oynanıyor, ciddi fizik kondüsyon gerektiriyor. Aynı zamanda bir futbolcunun bir yıl içinde oynadığı maç sayısı da altmışa - yetmişe kadar çıkabiliyor. Ucunda milyon dolarların olduğu kupa ve maçlar dikkate alındığında bunu doğal karşılamak lazım. Bu durum futbolun endüstriyel bir karaktere bürünmesinin doğal sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Futbolcu artık günümüzün modern bir işçisi

Her ne kadar yıllık on milyonlarca dolarlık kontratlara imzalar atsalar da, futbolcular artık günümüzde emek, kas ve beyin gücünü satan modern işçiler. Ticarileşen futbolun zorlaması ve daha çok para odaklı olması sebebiyle yıllık oynadığı maç sayısı neredeyse iki katı artan futbolcunun değişmeyen tek şeyi, her ne kadar antrenman ve beslenme bilimlerindeki müthiş ilerlemeler olsa da vücudu, insan olması… Kendisine çok iyi baksa da, futbolcular artan yoğun maç trafiğinde, yüksek mücadele ve kapasitede gerektiren maçlarda çok fazla sakatlanmaya başladılar. Ve bu sakatlıkların çoğu kas gruplarına aşırı yüklenmeden kaynaklanıyor. Gün geçmiyor ki, bir futbolcunun sakatlık haberine medyada rastlamayalım.

Sakatlığın iki yönü

Sakatlıklar bir yandan futbolcunun oyuna/maça devam edememesi sonucu onu maddi ve manevi olarak olumsuz etkilerken, diğer yandan kulübü de çok önemli parasal kayıplarla karşı karşıya bırakabiliyor.

Futbolcu bir yandan bir insan olarak çok önemli sakatlıklar nedeniyle kendi yaşam kalitesinden ödün verirken, diğer taraftan da emek ve kas gücünü oyuna dahil edemediği için parasal kayba uğruyor. Kulübüyle maç başına anlaşmışsa para alamıyor veya eğer bu sakatlık bir transfer öncesi gerçekleşmişse, oyuncunun transferini engelliyor. Bu durum oyuncunun hem fizik hem de psikolojik olarak yıkıma uğramasına neden oluyor. Bu duruma müdahale edecek bazı çözümler bulunmalı.

Sakatlığın diğer boyutu ise futbolcunun kulübüyle ilgili olanı. Onlarca milyon dolar verilerek transfer edilen bir yıldız oyuncunun sakatlanması kulüplere çok pahalıya mal oluyor. Sakatlıklar takımın performansına doğrudan etki yaparken, düşen performans nedeniyle kulübün çok ciddi maddi kayıpları gündeme geliyor. Geçen sene Galatasaray'ın ilk yedi hafta maç kaybetmeyerek fırtına gibi girdiği Süper Lig'de Baros'un, Kewell'ın ve diğer futbolcuların sakatlıkları nedeniyle ligde kaybettiği puanlar, kaçırılan şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi ve sonuçta kaybedilen milyonlarca dolar…

Yine bu yıl Beşiktaş'ın içinde bulunduğu durum… Queresma ve Guti'nin sakatlıkları nedeniyle ligde ve Avrupa'da ard arda kaybedilen üç maç ve düşen sportif performans…

Futbolcular sakatlanırsa fatura kime çıkacak?

Sevgili Deniz Gökçe hocamın www.futbolekonomi.com da kaleme aldığı "Sakatlık Ekonomisi" başlıklı nefis yazısında da belirttiği üzere futbol bugün o kadar fiziki, hızlı ve hatta "gaddarca" oynanıyor ki, sakatlanmamak mümkün değil.

Bu sakatlıklar doğal olarak hocamın ifadesiyle ortaya bir de "sakatlık ekonomisi" çıkartıyor. Bu ekonominin dinamiğini de, kulüplerinde yıldız olup, milli takıma çağırılıp orada oynayamaz hale gelen futbolcular oluşturuyor. Bu duruma örnek verilecek o kadar çok oyuncu var ki, en günceli ve medyayı sürekli meşgul eden Arda Turan sakatlığı. Arda Turan'ın grubumuzdaki Belçika maçında rakip oyuncunun tekmesine maruz kalması sonucu sakatlanması ve bu sakatlığı kulübünde tedavi edilmeye çalışılırken, milli takım kadrosuna çağırılıp antrenmanlarında aşırı yüklenmeden dolayı futbolcuyu ağır bir sakatlığa sürüklemesi ve sonucunda ameliyat olmak zorunda kalmasından dolayı takımı Galatasaray'ın mağduriyeti nasıl giderilecek?

Ya da yine Deniz Gökçe'nin söz konusu yazısında dile getirdiği gibi Bayern Münich'in yıldız oyuncuları Mark von Bommel ve Arjen Robben'in Hollanda milli takımı ile Dünya Kupası maçlarına katılmış ve hafif sakatlıkları bulunan bu oyuncuların Dünya Kupası'nda sakatlıklarının ağırlaşması sonucunda bugün takımlarında oynayamamalarından kim sorumlu olacak? Bugün Bundesliga ve Şampiyonlar Ligi'nde sorunlar yaşayan ve maddi kayba uğrayan Bayern'in zararı kimin tarafından tazmin edilecek?

Bu kapsamda Bayern başkanı Karl Heinz Rumenigge medyaya yaptığı açıklamayla, oyuncularının sakatlıkları nedeniyle Bayern Münich'in Hollanda Federasyonu KNVB'yi, oluşan maddi ve manevi zararların tazmin edilebilmesi  amacıyla dava edeceklerini belirtti.

FIFA Dünya Kupası'nda takımlara 40 milyon dolar ödedi

FIFA son Dünya Kupası'nda bir ilke imza atarak, Afrika'da yapılan turnuvaya katılan her takıma, olası sakatlıklara karşı takımında oynayamayacak oyuncuların takımlarına ödenmek üzere toplamı 40 milyon dolara yakın bir tutar ödemişti. Çok yeterli olmasa da en azından bir "iyi niyet" göstergesi olması bakımından anlamlı ve önemli olan bir uygulamaydı bu.  Ancak burada esas sorun şu: takımlarından milli takıma davet edilen oyuncuların milli maçlarda sakatlanmaları durumunda (Arda Turan örneğinde olduğu gibi) lokal federasyonların aldığı aksiyonlar.

FIFA'nın böyle bir uygulaması olmakla birlikte UEFA'da henüz bu konuya ilişkin bir adım atılmış görülmüyor. İşin enteresanı ise Uluslararası Profesyonel Futbolcular Derneği'nin de (FifPro) bu konuya ilişkin bir aksiyon almamasıydı.

Sadece milli futbolcuların sigortası sorunu çözer mi?

Geçen hafta Habertürk'te konuya ilişkin Sefer Yüksel'in 21 Ekim tarihli bir haberi yer aldı. Söz konusu habere göre; Bir sağlık grubu yönetim kurulu başkanı, milli futbolcuların sigortalanması için teklif hazırlanması talimatını vermiş ve buna yönelik bir prim çalışması da yapılmıştı.

Aslında Arda Turan'ın milli takımdaki sakatlığı sonrası bu durum biraz daha önemli hale geldi. Böylesi bir sakatlıkla yüz yüze kalınmadan önce futbolcuların daha dikkatli davranarak kendilerine özel bir sigorta yaptırabilecekleri söz konusu haberde dile getiriliyor.

Bu bağlamda Federasyon milli takım oyuncularını sigortalatabilmek için "düğmeye bastı" ve Türkiye'de sporcu sigortası yapan kurumlardan birisiyle "Forma Poliçesi" adı altında Türkiye'de sporcu sigortası işini başlatmak istedi.  Bu çalışmaya göre, millilerin yıllık primlerinin futbolcu başına ve yaşına göre 15 bin ile 17 bin 136 dolar arasında değişeceği hesaplandı.

Söz konusu sigorta şirketi platin, altın, gümüş ve bronz olmak üzere 4 ayrı paket ile futbolculara sigorta poliçesi yapabileceğini ifade ediyor. Yapılacak poliçelerden platin paketi satın alacak 18 ila 24 yaş arasındaki milli futbolcuların, 84 gün bekleme süreli ve 1 milyon dolar tazminat ödemeli poliçesinin yıllık prim tutarı 15.138 dolar iken, bu rakam 25-29 yaş arası futbolcular için 15.714 dolar, 30-34 yaş arasındaki futbolular için ise 17.136 dolar.

Futbolcuların geçmiş hastalıkları ve sakatlıkları poliçe kapsamı dışında bırakılırken, fiyatlama talep edilen teminat türüne göre yapılıyor.

Futbolcunun vefat etmesi veya sakat kalması durumunda 100 bin dolar ile 1 milyon dolar arasında sporcunun poliçe tercihine göre tazminat ödenebiliyor.

TFF ne yapıyor?

Milli futbolcuların sigortalanması konusunda Federasyon'un hala somut bir adım atmadığı konusunda basında bazı eleştirilere rastlamak mümkün. TFF Başkanı Mahmut Özgener de önceki hafta oynanan Almanya maçından önce, "Yaklaşık iki aydır çalışıyoruz. Belki de sigortasız oynadığımız son maç Almanya karşılaşması olacak" açıklamasını yapmıştı.

Yine Sefer Yüksel'in söz konusu haberine göre, Arda Turan Avrupa'da yaygın olmakla birlikte, Türkiye'de tartışma yaratan sadece birkaç futbolcuda bulunan sigortayı geçen sene 12.000 euro ödeyerek yaptırmıştı. 42 günlük sakatlığın muaf tutulduğu bu poliçe şartlarına göre,  günlüğü 1.500 Euro'dan hesaplanacak sözleşme karşılığı Arda Turan'ın eline yaklaşık 30.000 euro tazminat geçecek. Sakatlığın uzaması halinde bu tutarın üzerine her geçen gün 1.500 euro eklenecek.

Arda ödeyebiliyor, peki diğer futbolcular ne yapacak?

Arda'nın biraz pro-aktif davranıp yukarıda bahse konu poliçeyi yaptırması, bir futbolcu için ne kadar önemli hale geliyor bunu Arda'nın sakatlığında gördük. Ancak Arda kendi özel sigortasını yaptırmıştı. Bu akıllı bir futbolcu yaklaşımı. Ama aynı zamanda parasal gelir bakımından da yeterliği olan futbolcuların yaptırabileceği bir poliçe, sigorta durumu. Peki bu poliçeyi diğer futbolcuların yaptırabilme gücü var mı? Ya da bir başka ifadeyle olayı sadece milli takıma seçilen oyuncular bazında mı ele almak gerekir?

Profesyonel yaşamın gereği olası bir sakatlık durumunda bu poliçe devreye giriyor. Peki milli takıma gidemeyen, Süper Lig'de oynamayan, aylık maaş, ücret ve primlerini alamayan, antrenmana dolmuş ve otobüsle giden Bank Asya ve üçüncü lig profesyonel oyuncularının durumu ne olacak?

Bu durum Federasyonu daha kapsamlı ve daha geniş düşünmeye, tüm ligleri kapsayacak bir düzenlemeye gitmeye ve aksiyon almaya zorluyor. Milli takıma çağrılan oyuncularımıza tabi ki sigorta yapılsın ama bu durumu milli takım ile sınırlandırmak son derece sakıncalı…

O halde ne yapılmalı?

Federasyon bünyesinde sosyal güvenlik kurulu kurulmalı

Futbol Yönetimi isimli kitabımızda da ifade ettiğimiz gibi Federasyon'un yeni yapılanma sürecinde, futbolcuların gelecekleri, sosyal güvenceleri ve emekliliklerine yönelik her türlü kararı alacak ve bunları FifPro ile koordineli götürebilecek yeni bir kurula ihtiyaç var.

Aslında ideal model günümüzde futbolun artık bir endüstri gerçeğini kabul ettiğimize göre, onların sosyal ve demokratik haklarını koruyacak ve kollayacak yasal bir oluşuma, yani sendikaya yönelme gerekliliğidir. Bu konuda eski Galatasaraylı futbolcu Metin Kurt'un önderliğinde bazı çalışmalar yapılıyor olmakla birlikte, henüz sektörün gereksinimini karşılayacak bir sendikal örgütlenme çeşitli nedenlerden dolayı kulüp bazında gerçekleştirilemedi. Bu işle uğraşan futbolcular da ya kadro dışı bırakılıyor ya da takımdan uzaklaştırılmak suretiyle sendikal oluşumun önüne geçilmeye çalışılıyor.

Sendikal örgütlenmeye gidilemiyorsa, o zaman Federasyon'un burada adım atması gerekiyor. Çünkü, artık önemli bir değer yaratan futbol ekonomisinin en önemli aktifini futbolcular oluşturuyor. Bir futbolcunun on milyonlarca dolar değer ifade ettiği bir ortamda bir yandan bu futbolcuların birer aktif varlık olarak korunması ve değerlerinin yitmemesi için, diğer yandan da futbolun gelişimi ve futbol ekonomisinin sağlıklı işleyebilmesi için Federasyon'un olaya müdahil olması gerekiyor.

Bu bağlamda, Türkiye Futbol Federasyonu yapılanması içinde direkt genel kurula bağlı olarak çalışacak ve hesap verecek, tamamen iş yaşamının içinden gelmiş akademik ve hukuk adamlarından oluşacak bu kurul oluşturulmalı ve bu kurul daha profesyonelliğe başlangıçtan itibaren, profesyonel futbola adım atan herkesin geleceğini güvence altına alacak, sosyal güvence sağlayacak bir görev ve anlayışla hareket etmeli. Bu kurulun oluşumu için gerekli detaylar söz konusu kitabımızda olduğu için burada fazla değinmek istemiyorum.

Sosyal güvenlik kurulu kendini ve futbolcuları nasıl finanse edecek?

Bu kurulun temel geliri naklen yayın gelirlerinden kulüplere ödenecek tutar üzerinden ve Federasyon paylarından belirli bir yüzde ile sağlanabileceği gibi; profesyonel lisans çıkartılması aşamasında futbolculardan alınacak belirli tutarlar üzerinden ve transferlerde oyuncunun alacağı ve kulübün ödeyeceği tutar üzerinden belirli oranlarda yapılacak kesintilerin, bu kurul adına açılacak bir banka hesabında oyuncu ismi bazında açılacak alt hesaplarda aktif oyunculuk dönemi boyunca biriktirilerek ve bloke edilerek oluşturulabilir.

Kaynağın sağlanmasından sonra ikinci aşama sigorta poliçesi yapılması aşamasına geliyoruz. Sigorta poliçeleri tamamıyla bu kurulun denetimi ve gözetimi altında yapılmalı. Sigorta poliçesinin yapılması kesinlikle ilgili kulübün ve futbolcunun kendi inisiyatifine bırakılmadan bu kurul tarafından gerçekleştirilmelidir.

Sadece sakatlık sigortası değil, işsizlik ve emeklilik sözleşmesi de futbolculara sağlanmalı!

Günümüzde geleceklerini garanti altına alabilecek ve yaşamını futbolsuz da devam ettirebilecek futbolcu sayısı gerçekten çok azdır. Profesyonel futbolcuların önemli bir kısmı aktif futbol yaşamını sona erdirdiklerinde herhangi bir sosyal güvenliğe sahip değil. Üstelik bir de sakatlanmış olanlar varsa, onların durumu gerçekten çok daha vahim…

İşte bu koşullar altında oyuncuların sadece olası sakatlıklara karşı korunması değil, aynı zamanda futbolcunun sosyal güvencesini ve geleceğini de garanti altına alabilecek sosyal bir oluşum sağlanmalıdır.

Bu kapsamda futbolcuların sosyal geleceklerini güvence altına alabilmek, onların formsuzlukları ve diğer çeşitli nedenlerle takımlarında oynayamamaları durumunda gelirsiz kalmamaları için mutlaka tüm profesyonel futbolculara başta "işsizlik sigortası" olmak üzere, bireysel emeklilik sözleşmeleri de sosyal güvenceleri ve gelecekleri açısından sağlanmalıdır. Üstelik bireysel emeklilik sözleşmeleri, son derece küçük katılımlarla oyunculara gelecek açısından, aktif futbol yaşamları sona erdiğinde büyük birikimler sağlayabilir.

 
http://www.dunyagazetesi.com.tr/tugrul-aksar_109_0_yazar.html
 
Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 02/Kas/2010 saat 18:01
Her ne kadar ESES'imin geçmişteki Anadolu devriminden bahsetmese de...
 
Süper Lig'de üç büyüklerin devri bitiyor mu?

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR
taksar@gmail.com

01.11.2010 - 09:33
26 yıl aradan sonra bir Anadolu takımı Bursaspor, Trabzonspor'dan sonra Süper Lig'i şampiyon olarak bitirince bunun geçici mi yoksa kalıcı mı bir şey olacağı tartışılmaya başlanmıştı. Öyle ya son Anadolu şampiyonu Trabzonspor 26 senedir Süper Lig'de şampiyon olamıyordu ve hala İstanbul'un egemenliği yıkılmaz bir şekilde devam ediyordu. İşte Bursaspor bu anlayışın belki de gerçekten süreç içinde değişmesine olanak sağlayacak bir hamleyi geçen yıl üç büyüklerin önünde ligi şampiyon bitirerek gerçekleştirebildi. Bu olay belki de Anadolu'nun yeniden uyanış hareketinin başlangıcıydı.

Bu hafta Süper Lig'de bir Anadolu ihtilali oldu mu? Yoksa bu geçici bir başkaldırma mıydı? Onu irdeleyip yorumlamaya çalışacağız.

Önce konuya rekabetçi denge açısından yaklaşmamız bizi sağlıklı bir analize götürebilir. Bu nedenle konuya öncelikle "rekabetçi denge analizi" yaparak başlamak en doğru yaklaşım olacaktır.

Futbolda rekabetçi denge

Günümüz futbolunda rekabetçi denge, kulüpler arasında dengede rekabeti sağlayabilmek bakımından çok önemli bir sorun olarak karşımızda duruyor.  1990'ların ikinci yarısından itibaren giderek ticarileşip endüstriyel bir karaktere bürünen futbol, rekabet bakımından güçlü bütçeler gerektiriyor.

Yüksek bütçeli kulüpler rekabeti kendi lehlerine bozmuş durumdalar. Yani, zengin kulüpler sahip oldukları finansal güç ve olanaklar sayesinde, haksız rekabet üstünlüğünü ele geçirmiş vaziyetteler. Haksız rekabet doğal olarak, dengesiz rekabeti beraberinde getiriyor. Dengesiz rekabet ise futbolun orta ve uzun vadede kalite ve reyting kaybına yol açabilecek en önemli faktör olarak kendini somutluyor.

Futbolun kalitesi, rekabetçi yapının daha güçlü ve dengeli olmasına bağlı. Kulüpler arasında dengede rekabeti kurabilen yapılanmalar, rakiplerine göre daha rekabetçi ligler haline gelebiliyor. Bu kapsamda rekabetçi liglerde futbol kalitesi daha yükselirken, reyting de daha fazla artmakta; buna bağlı olarak kulüplerin gelirleri geometrik olarak artabiliyor. Doç. Dr. Kutlu Merih ile birlikte kaleme aldığımız Futbol Ekonomisi isimli kitabımızda rekabetçi denge üzerine çok derinlemesine yaptığımız analizlerde gördük ki; futbolda rekabetçi dengeyi yanlış noktada tesis eden ligler, süreç içinde rakiplerine göre rekabette geride kalmakta ve önemli gelir kaybına uğramaktalar. Özellikle "finansal denge" rekabeti şekillendiren en önemli faktörlerden birisi. Kulüpler arasındaki finansal dengesizlikler, rekabetin yapısını bozuyor. Bozulan rekabet yapısı ise zengin kulüpler lehine haksız rekabetin doğmasına neden oluyor. Bu nedenle bu haftaki yazımızda kulüplerin birbirleriyle olan rekabetlerini etkileyen en önemli unsur olan finansal denge sorunu üzerinde durmaya çalışacağız.

Finansal denge sorunu

Daha önce "Futbolun Paradoksal Sorunları" başlığıyla kaleme aldığımız yazıda da dile getirdiğimiz üzere,  lig bütünlüğü içinde rekabetin kalitesinin yükselmesi, toplam kaliteyi artırıyor! Yani bir bakıma bir spor olayı, rakiplerin birlikte ürettikleri ortaklaşa bir üründür. Bunun kalitesi verdiği seyir keyfine ve sonucun belirsizliğine ve bu rekabetin neyi etkilediğine bağlıdır. Hal böyle olmakla birlikte; bazen bir ligde bir takımın finansal kazançlarını kullanarak, en iyi oyuncuları almasına olanak sağlanması, kulüpler arasında rekabetin zayıflamasına yol açıyor. Buna bağlı olarak, zengin kulüpler doğal olarak ligi domine ederken; diğer kulüpler de başaltı kulüpleri haline geliyor. Bu yapı böylece orta ve uzun vadede liglerde bazı kulüpleri mali açıdan daha da zayıflatır ve sportif anlamda geriye düşmelerine neden olurken; bu etkinlikten alınan  keyif;  belirsizliğin giderek ortadan kalkması nedeniyle azalmaya başlar. Bu şekilde bazı riskler de yok olur. Bu durum da seyircinin ilgisinin kaybolmasına ve takımların gelirlerinin düşmesine yol açar. Gerçekten de sporda rekabet temel olmakla birlikte, rekabetin anlamlı olabilmesi bakımından kazananlar kadar kaybedenler de iyi olmalı ki, bu yarışma devam etsin. Yani rekabetsiz ve sonu daha baştan belli olan hiç bir spor karşılaşması, ilgi ve destek görmez. Bu durumun genellik arz etmesi halinde, kazananlar daha güçlenirken, kaybedenler de giderek zayıflamaya başlar. Zaman içinde sporun temel ruhu olan rekabetçi yarışma bu şekilde ortadan kalkar. Bu duruma örnek olarak, üç büyüklerin Süper Ligimizdeki oligarşik egemenliği verilebilir.

Kısacası; Finansal denge sorunu aslında bizi yukarıda belirttiğimiz en önemli paradokslarından birisine götürüyor. Yani finansal dengesizlik paradoksuna…

Finansal güç rekabeti geriletiyor!

Şayet ligdeki her kulüp en iyi oyuncuları takımlarına transfer etmekte serbest olursa, kulüpler arasındaki rekabet, ücret ve primlerin yükselmesine yol açar. Parasal olanakları diğer kulüplere göre daha iyi olan kulüplerin, istedikleri futbolcuyu takımlarına transfer edebilmeleri, zaman içinde haksız bir rekabetin de doğumuna yol açıyor. Ortaya çıkan bu haksız rekabet, bu kulüpler arasındaki parasal uçurumların giderek daha da büyümesine neden oluyor. Haksız rekabetin yıkıcı etkisine maruz kalan, olanağı sınırlı diğer kulüpler yarışmalarda sadece "başaltı takımları" ya da "ötekiler" olarak kalıyor. Bu durum ise lig bütünlüğü içinde rekabeti bozarken, güçlüden yana haksız rekabetin de doğmasına neden oluyor. Nitekim Platini'nin bu durumu görerek, 2010 yılından itibaren gerek Şampiyonlar Ligi'nde, gerekse UEFA Kupası'nın formatında değişime gidecek olmasının altında bu neden yatıyor. Platini diğer yandan futbolda finansal dengesizliğin önüne geçebilmek için, kulüplerin harcamalarının, gelirlerinin yüzde 60'ı ile yüzde yetmişi arasında olmasını da tavsiye ediyor.

Bu paradoks,  günümüz yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Objektif bir gözle bakıldığında, başta Avrupa olmak üzere, düzenlenen tüm futbol organizasyonlarında zengin ve büyük takımların başat durumda olduklarını görüyoruz. Bu durum: Endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan "reyting" için de yaşamsal bir öneme sahip. Çünkü finansal dengesizlik bir yandan "Şampiyon kültürü"nün yaşamasına olanak verirken, diğer taraftan futbol maçlarındaki heyecan fırtınasının dinmesine ve buna bağlı olarak lig reytinginin düşmesine neden oluyor. Daha baştan bir takımın maçı kazanma ihtimalinin yüksekliği mevcutsa o maçın izlenirliği giderek düşüyor ve bu durum uzun vadede gelir kaybına yol açıyor.

Aynen Süper Lig'de olduğu gibi. Aşağı yukarı her yıl Süper Ligimizde kimin şampiyon olacağının daha geçen yıla kadar yüzde 33.3 olasılıkla belirli olduğu bir ligde, Bursaspor'un  şampiyon olması bazı şeylerin değiştiğinin ya da değişmekte olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ama henüz önlerinde gidilmesi gereken çok uzun ve engebeli bir yol var.

Gelirlerin dağılımı

Öz olarak futbolda  finansal denge sorunu,  futbol gelirlerinin dağıtımı sorunudur. Endüstrileşmeye paralel olarak değişen ve hızla artan futbol gelirleri, sonu kupa ile biten turnuvaların da giderek parasallaşmasına ve çok önemli sayılabilecek parasal ödüllerin dağıtılmasını gündeme getirdi. Bugün Şampiyonlar Ligi'ne kalan ve sıradan bir performans sergileyen kulüplerin bile 10 milyon euroya yakın parasal ödül kazanması veya UEFA Kupası'nı kazanan bir kulübün 8 milyon euro parasal gelire ulaşması veya Turkcell Süper Lig'i şampiyon bitiren bir kulübün bile sadece sportif performanstan  10 milyon dolara yakın bir gelir elde etmesi, parasal gelirin paylaşımı sorununu da beraberinde getiriyor.

Gelir dağılımındaki dengesizlik sorunu, sonuçta finansal dengesizliğe  yol açıyor. Bu amaçla gelirlerin dağılım mekanizmaları futbol performansının profesyonel yapısını korumayı amaçlamaktadır.  Bu anlayış ise futbola egemen olmaya başlayan rekabetçi pazar ekonomisi anlayışı ile ters düşmektedir. Pazar ekonomisi güçlü ve başarılı olanın ayakta kalmasını başarısızların ise tasfiye olarak veya diğerleri tarafından yutularak ortadan kalkmalarını gerektirir. Futbolun rekabetçi yapısı ise buna uygun düşmez. Başarılıların başarılı olması için başarısız olanların da varlığı gerekir. Bu da her kulübün kendi başının çaresine bakması yaklaşımından farklı finansal ve ekonomik düzenlemeleri gerekli kılar. Kulüplerin finansal ve ekonomik olarak kendi başlarının çaresine bakması, büyük  taraftar tabanı olan güçlü kulüplerin lig yarışması içinde diğerlerinden giderek kopmasına;  bu ise sektördeki finansal ve ekonomik dengelerin bozularak liglerin sağlığı için esas olan rekabetçi dengelerin de bozulmasına yol açıyor.

Rekabet futbolda kaliteyi getiren temel unsurlardan en önemlisi. Rekabetçi dengenin yüksek olmadığı ligler ne yazık ki daha büyük futbol pastası yaratamıyor. Şampiyonun ve başaltı takımların her yıl belirli olasılıklarla belirli olduğu liglerde, reytingin giderek düşeceği beklenir. Ya da teorik olarak bunun böyle olması gerekir.

Futbol pastasının paylaşımında İstanbul egemenliği

Futbol pastamızı oluşturan gelir kalemlerinin kulüplere dağılımına bakıldığında ise bu pastadan en büyük payı dört büyük kulübün aldığını görüyoruz. Nitekim, TV yayın gelirlerinin %42'si, tribün gelirlerinin %49'u, sponsorluk gelirlerinin %23'ü, saha içi reklam gelirlerinin %35'i dört büyük kulübe gidiyor.

Futbol pastasının paylaşımı

Gelirler     Dört büyük kulübün payı (%)

TV yayın hakları 42

Tribün gelirleri  49

Sponsor gelirleri 23

Saha  içi reklam pastası  35

Diğer gelirler 27

Futbol faaliyetlerinin finansmanında yeterli öz kaynağa sahip olamayan Türk futbol endüstrisinin yoğun bir şekilde yabancı kaynağa, özellikle de banka kredisine yöneldiğini görüyoruz.

Güncel verileri baz aldığımızda kulüplerin mali sektörden kullandıkları kredilerin 250 milyon dolara ulaştığını gözlemliyoruz. Yine kulüplerin toplam borçlanmalarının da yaklaşık 900 milyon dolara ulaştığını dikkate aldığımızda, Türk futbol kulüplerinin toplam borçlanma tutarı 1 milyar 150 milyon dolara ulaşıyor. Bu tutar Toplam futbol pastasının %40'ına karşılık gelen bu oran, bize futbolun kendi faaliyetlerinden fon yaratamadığını gösteriyor. Kullanılan kredilerin 205 milyon dolarlık kısmının da, yani %85'inin de üç büyüklere ait olduğunu belirtelim. 

Üç büyüklerin havuz gelirleri, havuz dışı gelirlerinden daha küçük!

Yine üç büyüklerin Süper Lig havuz gelirleri toplamı ise 71 milyon dolar civarında.  Bu tutar toplam havuz gelirlerinin %23'üne karşılık geliyor. Kalan %77'lik pay ise diğer 15 kulüp tarafından paylaşılıyor. Buna göre üç büyük kulüp başına düşen ortalama havuz geliri  %7.6'ya gelirken; diğer 15 kulüp başına düşen ortalama gelir ise, toplam gelirin %5.1'ine karşılık geliyor. Bu durum bize, üç büyüklerin havuz gelirlerinin aslında toplam futbol pastasından maç günü gelirleri, sponsorluk, reklam ve medya ile logolu ürün satımından elde olunan gelirleri olarak elde ettikleri gelirlerin daha fazla olduğunu gösteriyor.

Havuz gelirlerinde Anadolu kulüpleri sportif performans olarak üç büyüklerden daha iyi performans ortaya koymalarına karşın, ilave futbol gelirleri yaratmada Anadolu kulüplerinin potansiyellerini harekete geçirememeleri, İstanbul'un finansal ve iktisadi üstünlüğünün devam etmesine neden oluyor. 

Yukarıdaki tabloda yer alan veriler bize Türk futbol pastası büyüklüğünün 1 milyar 150 milyon dolara (yaklaşık 820 milyon euroya) ulaştığını gösteriyor. Bu gelirin paylaşımına bakıldığında ise bu gelirin yaklaşık %37'lik kısmının üç büyükler tarafından paylaşıldığını görüyoruz.

Üç büyük kulüp yıllık gelirleri toplamı 300 milyon dolara yaklaşırken, giderleri toplamı ise 400 milyon doların üzerine çıkmış vaziyette. Yani üç büyük kulüp 2009/10 itibariyle net 100  milyon dolar gider fazlası vermiş durumda.

Neredeyse Türk futbol kaynaklarının yüzde kırkını harcayan üç kulübün yarattığı gelir ise ne yazık ki, giderlerini karşılamaktan uzak ve bu nedenle bu üç kulüp her yıl bütçe ve nakit açığı veriyor. Bunun anlamı ise Türk futbolunun kıt ve sınırlı olan kaynaklarının, bu kulüpler tarafından etkin ve verimli kullanılamadığıdır.

Durum bu olunca, Anadolu kulüplerinden rekabet etmelerini nasıl bekliyoruz, hangi bütçe ve hangi kaynakla bu kulüpler rekabet edecekler? Bilemiyorum. Türk futbolunun yapılanışındaki bu oligopolistik tekelci ve dengesiz yapı devam ettiği sürece, aslında biz bu kulüplerimizi rekabet etmemeye zorlamış oluyoruz.

Her ne kadar havuz gelirleri dağıtım kriterlerindeki yeni düzenlemeler ve naklen yayın gelirlerindeki artış kulüplerin rekabet güçlerine olumlu etki yapsa da, hala İstanbul kulüplerinin geçmişten gelen finansal, iktisadi ve yönetsel egemenlikleri devam ediyor.

Bu koşullar altında Bursaspor'un ve diğer Anadolu kulüplerinin ortaya koydukları sportif performans gerçekten inanılmaz ve takdire değer…

Sonuç

Türk futbol yapılanması içinde her ne kadar Bursaspor geçen yılı şampiyon olarak tamamlamışsa da, hala futbol gelirlerinin paylaşımı ve kullanımında İstanbul egemenliği devam ediyor. Yani İstanbul'un finansal üstünlüğüne karşı Anadolu kulüpleri mütevazı bütçelerle, kaynaklarını görece daha etkin ve verimli kullanarak, sportif performans ortaya koymaya çalışıyorlar ve bunu başarabiliyorlar da…

Bugün Bursaspor'un ligde yürüyüşü çoğu Anadolu kulübüne de örnek olmuş durumda. Olympique Lyonnais (O.Lyon) da Fransız Lig 1'e 1989'a yükseldiğinde 10 milyon euro gelir, 20 milyon euro bütçesi  ile sıradan bir takımdı. Ancak istikrarlı ve disiplinli gidiş, O.Lyon'u on sene içinde Fransız Lig'inin efendisi yaparken, Avrupa'nın da en elit kulüpleri arasına soktu. O.Lyon üst üste yedi kez Lig 1'i kazanırken gelirini 155, bütçesini de 225 milyon  euroya çıkarttı… O zamanlar O.Lyon'un ilk şampiyonluğuna dudak bükenler, bugün O.Lyon'un başarısını alkışlıyor, takdir ediyor. Bursaspor da bu yürüyüşüne tıpkı O.Lyon gibi devam etmeli. Ya da Alman Volfsburg gibi…

Bursaspor'un şampiyonluğunu Anadolu ihtilalinin ayak sesleri olarak değerlendirmeliyiz. Ancak henüz daha tamamlanmamış, kesintisiz devam etmesi gereken bir devrim bu… Bu bağlamda Bursaspor'un bugün Süper Lig'de bulunduğu yeri ve geçen yıl ki şampiyonluğunu sportif bir başkaldırı olarak görüyor ve değerlendiriyorum. Bu performans uzun soluklu olursa, bunun arkasından gelecek mali başarı Süper Lig'de rekabetçi dengenin, dengede rekabeti sağlayacak şekilde yeniden konumlandırılmasına da olanak sağlamış olacak. Bu anlamda "kesintisiz devrim" devam etmeli. Bunun için bugünkü performansı asla küçümsemiyorum ama geçmişteki Trabzonspor örneğini de unutmuyorum. Bu nedenle Bursaspor'un bugünkü başarısının gözümüze tül örtmemesi gerekir. Bursaspor yeni Bursasporlar için de yürümeli bu yolda…

http://www.dunyagazetesi.com.tr/tugrul-aksar_109_0_yazar.html
 
Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
matt Liste gör
Usta Yazar


M. M. Altintas
Yaş: 51
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: United States
Online Durum: Offline
Mesajlar: 7729
  Alıntı matt Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 22/Kas/2010 saat 07:06
Konu ile ilgili bir baska haber de "Her puan para olunca Anadolu coştu" basligi ile bugunku Radikal gazetesinde yeraliyor:
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=1029227&Date=22.11.2010&CategoryID=84
Mete
Yukarı
Zeus26 Liste gör
Yazar


CEM
Yaş: 58
Katılım: 05/Oca/2010
Yer: Olimpos
Online Durum: Offline
Mesajlar: 292
  Alıntı Zeus26 Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 22/Kas/2010 saat 08:44

   

     Tek kelime ;   Bİ Tİ YORRRRR....


hayat "siyah kırmızı" dır..
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 22/Kas/2010 saat 14:46
Marka değeri nasıl yaratılır: NBA örneği

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR
taksar@gmail.com

22.11.2010 - 09:05

Geçen hafta bu sütunlarda dünyanın en önemli basketbol ligi NBA'in bugünkü konumuna gelinceye kadar geçtiği gelişim aşamalarından hareketle, doğup büyümesi ve dünyanın en çok izlenen basketbol ligi oluşum sürecini sizlerle paylaşmıştım. NBA'in özellikle artık sadece bir basketbol ligi olmadığını, 205 ülkede 43 farklı dilde milyara yakın insana nasıl ulaştığını ve bunun sonucunda yıllık 4 milyar dolara yaklaşan gelirleriyle önemli bir gösteri endüstrisine nasıl dönüştüğünü örnekleriyle anlatmıştım.

Bu hafta da sizlere bir show-business'e dönüşen NBA'in kat ettiği bu gelişim sürecini nasıl kullanarak dünyanın en önemli markalarından birisi haline geldiğini anlatmaya çalışacağım.

Şüphesiz ki, NBA'yi diğer benzer liglerden ayıran en temel özelliği: Maç öncesi etkinliklerden başlayıp, maç devam ederken, periyot aralarında ve maç sonlarında olağanüstü gösterilerin paraya çevrilmesinde gösterilen başarı. Bu gerçekten de bir başarı hikayesi. Futbol gibi dünya genelinde dominant ve yaygın bir sporun bile önüne geçebilecek kadar başarılı olan bu spor dalı, artık sadece bir spor değil. NBA'de basketbol artık "iş" olsun diye oynanıyor ve yıllık yarattığı gelirlerle de gerçekten önemli bir iş kolu haline gelmiş durumda.

Kısacası, oyuncusundan, hakeminden, statlarından, oyun esnasında çalınan müziklerden, seyirciden ve de en önemlisi maç öncesi ve esnasında yayın yapan, onu izlemekten zaman zaman maçı kaçırdığınız, stadın tam ortasında tavana asılı 360 derece dev ekran televizyon ile bu etkinliklerin okyanus ötesine taşınması NBA'yi çok başarılı bir marka haline getirmiş durumda. Bu bağlamda özellikle basketbolun markalaşması ve pazarlama / satış konularındaki olağanüstü başarısının arka planında neler olduğunu, tüm dünyada en büyük gelir yaratan bu müthiş organizasyonun nasıl çalıştığını bu hafta sizlerle bu sütunlarda paylaşıyor olacağım.

NBA'i bir 'show business'a  dönüştüren adam:  David Stern

NBA'deki en temel dönüm noktalarından belki de en önemlisi 1984 yılında David Stern'in NBA Başkanı olarak göreve gelmesidir. Aslında NBA'yi Stern öncesi ve sonrası olarak iki ayrı dönemde değerlendirebiliriz. Özellikle Stern öncesi dönemde lig bir türlü küreselleşememiş, son derece sınırlı gelir kaynaklarıyla, oyuncuların ücret ödemeleri dahil çoğu giderleri karşılamakta zorlanıyor, lig oyuncuları arasında disiplinsizlik had safhada, yeterli sponsor bulunamadığı için Avrupa ve diğer ülkelerden oyuncu transferleri çok fazla yapılamıyor, ciddi kalite eksikliği var ve ligin yayın hakları çok küçük tutarlara satılıyor ancak dünya genelinde yayın söz konusu değil, kısacası çöküş döneminde olan bir lig ile karşı karşıyayız. Ligin kalitesi ve lige olan ilgi yok denecek kadar azdı. Öyle ki 1981 NBA Finalleri, kendisini canlı yayınlamak isteyen bir kanal bulamamış ve final karşılaşmaları gece yarısı banttan yayınlanmıştı.

Stern'in yarattığı NBA, sadece bir spor aktivitesi değil, tamamen bir marka olmak üzerinedir. David Stern önce sahadaki oyunculardan başlayıp ligin görünümünü tepeden tırnağa değiştiren kişidir. Lig bugün, buralarda ise Stern'in payı büyüktür.

Stern'in olaylara çok çabuk müdahele edebilmesi, yanlışlıklara karşı gerekli önlemleri hızla alabilmesi, yaptığı yenilik ve kural değişiklikleriyle izlenilirliği ve heyecanı artıracak yeni uygulamaları cesurca karar verebilmesi NBA'yi daha izlenir hale getirdi.

Yıldıza dayalı model NBA'yi daha çok popüler yaptı

Özellikle Michael Jordan gelişi, NBA için ticari bir lütuf oldu. İzlenilirliğin ve buna bağlı olarak parasallaşmanın belki de en önemli kilometre taşlarından birisini  Michael Jordan gelişi oluşturuyor. Bu yeni dönemle birlikte, onun oyun için yaptığı özel yetenek ve beceri gösterileri, önde gelen diğer iki basketbol yıldızı 1980'lerin Larry Bird ve Magic Johnson efsanelerinin daha da pekişmesine olanak sağladı. Ve bu sinerji bu ulusal lige sponsorların daha fazla önem vermesine neden oldu. Belki de Stern ile bu ulusal lig, uluslararası bir kimliğe bürünmeye başladı.. İlk olarak Nike, ayakkabı sözleşmeleriyle lige adım attı. Nike ile birlikte NBA'de popülerlik ve kar yeni zirvelere yol aldı. 2004 yılına gelindiğinde, Stern NBA'e bayilik sistemi getirerek, NBA ürünlerinin tüm dünyada pazarlanıp satılmasına yönelik bayii sayısını 30'a kadar çıkarttı.

Stern'in bu uygulamaları NBA'i tüm dünyada eşi benzeri görülmemiş bir uluslararasılaşmaya taşıdı. Bugün NBA şimdi Amerika Birleşik Devletleri dışında, 43 farklı dilde, dünya çapında 205 ülke televizyonundan insanlarla buluşuyor. Bu sihirli oyunu milyarlarca insan aynı zamanda izliyor. Kısacası Stern'in akıl dolu hamleleri ve televizyon NBA karakterinin küreselleşmesine ve tam anlamıyla bir show business olmasında önemli bir rol oynadı.

Her zaman rekabet ön planda

Stern'in ikinci önemli uygulaması ise NBA'in ilk sezonunda yani 1946-47 sezonunda kullanılmış fakat daha sonra rafa kaldırılmış olan ücret tavanı (Salary Cap) uygulamasını 1984-85 sezonunda tekrar uygulamaya aldırtarak, NBA'de küçükler ile büyükler arasında rekabetçi dengenin daha fazla bozulmasına izin vermemesiydi.

Bu uygulamayla, ligde mücadele eden takımlar arasında güçlü olanlara karşı güçsüz takımları korumaya yönelik, tamamen korumacı ve eşitlikten yana bir sistem yeniden uygulamaya alındı. Bu sistemi geçen hafta ayrıntılarıyla anlatmış olduğumuz için tekrarlamayacağız ama şunu belirtmekte yarar var ki, bu iki uygulama NBA'in küresel bir markaya dönüşmesinde çok önemli bir rol oynadı ve bu sayede yıllık 4 milyar dolara yakın bir parasal gelir yaratılabildi.

NBA'in markalaşma sürecine etki eden ve halen başkanlığını sürdüren  David Stern'in oyunu markalaşmaya götüren küçük ama dev hamlelerine kısaca bir göz atalım ve ondan sonra kurumsal markalaşma sürecini birlikte irdeleyelim isterseniz.

NBA'in direksiyonundaki avukat

David Stern'in esas mesleği avukatlık. Columbia Üniversitesi Hukuk Bölümü'nden mezun olan Stern'in bir avukat olarak kılı kırk yaran özelliği NBA'i dünya markası olmaya götüren süreçte göz ardı edilemeyecek önemli hamleler içeriyor. Yıllardır 'NBAin <http://www.itusozluk.com/goster.php/nba> dümenini elinde bulunduran bu insan bu süreçte nelere imza attı? Oyuna nasıl bir katkı sağladı buna bir bakalım.

·NBA'yi küreselleştirebilmenin yolu onu tüm dünyaya yaymaktan geçiyor. Bunun için de başta Hırvat Drezan Petrovic, Çinli Yao Ming olmak üzere dünyanın tüm yetenekli oyuncularını NBA'ye transfer ederek, yıldıza dayalı bir model geliştirdi ve bu ülkelerde de kendisine ilave izleyici ve taraftar buldu. Bu sayede basketbolu ve dolayısıyla NBA'i daha popüler hale getirdi ve izlenme oranları birden arttı. Buna bağlı olarak NBA ürün satışı katlandı. Bu iki hamleyle NBA ek olarak 2 milyara yakın bir izleyici kitlesine daha ulaştı. Yine bu kapsamda ülkemizden de bazı oyuncuların NBA'de oynamasını böyle değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Bildiğiniz üzere şu anda beş oyuncumuz NBA'de mücadele ediyor.

·Basketbolu çirkinleştirecek hiçbir harekete prim vermedi. Daha ofansif ve göze hoş gelen bir basketbolun oynatılması, daha geniş kitlelere ulaşmak için olmazsa olmazdı ve nitekim savunmanın ön planda olmasına izin veren, tempoyu düşürecek her türlü hareketi önlemeye çalıştı. Hatta bu bağlamda daha hızlı bir basketbol için alan savunmasını yasaklamak dahi bir ara NBA yönetiminin gündemine girdi. Bugün bile hala hızlı oyunu destekleyen, oyun temposunu düşürmeyi önleyici önlemler almaya çalışılıyor. Şu anda sorgulanan en önemli konulardan birisini de tempoyu düşüren taktik fauller.

·Basketbolu küreselleştirirken onu aynı zamanda sosyalleştirebilmek NBA'in en önemli politikalarından birisini oluşturuyor. Bu kapsamda dünyanın muhtelif bölgelerine her yaz yıldızlarla yapılan yolculuk sayesinde çocuklara basketbol derslerinin verilmesi onu daha da kitleselleştiriyor. Yine küreselleşme adına NBA televizyonunun bazı uygulamaları daha geniş taraftar ve izleyiciye ulaşma olanağı sağlıyor. Bu kapsamda bizi de ilgilendiren bir gelişmeyi geçen pazar hep birlikte yaşadık ve Beşiktaş- Fenerbahçe basket maçı NBA televizyonunda banttan yayınlandı.

·Oyuncuları her fırsatta sosyal projelerin içine katılması, NBA'in küreselleşmesine akıllıca hamleler sağlıyor. NBA'in önde gelen oyunculardan bir kısmının, öğrencilerle birlikte sınıfta derse girmesi ya da hasta çocukların ziyaret edilip onlara forma ve diğer NBA ürünlerinin verilerek moral takviyelerin yapılması NBA'i daha da sosyalleştiriyor ve sevdiriyor.

Markalaşma sürecinde bir Amerikan mucizesi olarak NBA modeli

NBA aslında her zaman olduğu gibi yine bir Amerikan pazarlama ve satış mucizesi olarak karşımızdaki yerini alıyor. Mantık ve temel satış stratejisi hep aynı. NBA ile aslında basketbol diğer ürünleri pazarlayan bir ürün konumunda. Bu amaçla yaygınlaşmak ve daha fazla küresel izleyiciye ulaşmak modelin özünü oluşturuyor. Ne kadar yaygınlaşır, küreselleşirse o kadar popülerleşiyor ve kendisine her zaman sadık kalacak bir tüketici taraftar ya da televizyon izleyicisi yaratıyor. Bu amaçla satışın/pazarlamanın ve iletişimin tüm olanakları bu iş için NBA yönetimince seferber ediliyor. İletişimde özellikle dijital yayın platformları çok etkin kullanılıyor. Spor dijital yayın olanakları kullanılarak gösteri endüstrisine dönüştürülüyor.  Dünyadaki 3 milyara yakın insan bu etkinliği eş anlı olarak canlı izleyebiliyor, logolu ürünlerini tüketebiliyor ve NBA'ye okyanus ötesi finansal destek sağlıyor.

Amerikan spor endüstrisi Avrupa'dan farklı çalışıyor!

Avrupa'da ve dünyanın tüm diğer kıtalarında (Kuzey Amerika hariç) spor endüstrisi farklı bir dinamikle çalışıyor. Bu da rekabette temel farklılıkların olmasından kaynaklanıyor.

Birinci temel farklılık: Avrupa'da ve tüm dünyada oluşturulan tüm spor liglerinde düşme ve yükselmeye dayalı bir lig organizasyonu ve buna bağlı bir rekabet varken, Kuzey Amerika'da düşme ve çıkmanın olmadığı bir rekabet ortamında lig varlığını devam ettiriyor. Kendi içinde kapalı devre oynanan, lige kimlerin devam edip, etmeyeceğine yönetimin karar verdiği, ancak rekabetin son derece yüksek olduğu bir lig organizasyonundan bahsediyoruz. Rekabet bu haliyle hiç düşmüyor. Aksine inanılmaz ve heyecanlı maçlara sahne oluyor.

İkinci temel farklılık: Avrupa'da ve diğer liglerde transferde ve bütçede serbest rekabet söz konusuyken, NBA'de ücret tavanı ve draft sistemiyle tüm takımların transfer ve oyunculara ödenecek ücret ve primlere sınırlar getirilmiş durumda. Bu rekabeti öldürmeyen aksine dengede rekabeti maksimize eden bir uygulama. Rekabetin dengede yapılıyor olması, daha baştan favoriyi de önemli ölçüde elimine ediyor. Avrupa'da ise sistem tamamen serbest ve kontrol edilmeyen bir mekanizma üzerine kurulmuş durumda.

Üçüncü temel farklılık: NBA halen yürürlükte olan toplu iş sözleşmesine göre NBA'deki tüm oyuncular bir yıl içinde basketbolla ilgili gelirlerin (reklam, bilet satışı, televizyon ve medya hakları, forma ve lisanslı ürün satışı gibi) %48,04'ü oyunculara dağıtılıyor. Avrupa'da ise havuz sisteminde toplanan gelirler oyunculara değil, kulüplere dağıtılıyor. Dolayısıyla oyunun ana öğesi kulüplerden daha çok oyuncular oluyor. Böyle olduğu için de neredeyse bir takım geliri kadar kazanca ulaşan oyuncular söz konusu.

Dördüncü temel farklılık: Her takımın bir sahibinin olması. Yani tüm takımlar şirket statüsünde ve hisseleri alınıp satılabiliyor. Oysa Avrupa'da sadece Premier Lig'de tüm takımlar şirket şeklinde örgütlenmek zorunda. Onun dışında Avrupa'nın diğer liglerinde böyle bir zorunluluk bulunmuyor. Maaşları ve masrafları kulübün sahibi ödüyor. Los Angeles Lakers, Dallas Mavericks ve New York Knicks gibi takımların yıllık bütçeleri 150 milyon dolara kadara ulaşıyor. Oyunculara ödenen paralar ise oyuncu başına yıllık on milyon dolarlara çıkıyor. Nitekim bu kapsamda NBA'de en fazla kazanan oyuncular 25.2 milyon Dolar ile Lakers'ın yıldızı Kobe Bryant. Bryant'ı, Magic'in önemli skorerlerinden Rashard Lewis 22.1 milyon ile takip ediyor. Boston Celtics'in yıldızı Kevin Garnett ise 21.2 milyon dolar ile üçüncü sırada yer alıyor. Phoenixli efsane Shaquille O'Neal da  21 milyon dolarlık kazancı ile dördüncü sırada yer alırken, bir diğer yıldız Lebron James ise 16.2 milyon dolarlık gelire sahip. NBA'deki temsilcimiz Hidayet Türkoğlu ise 6 yıllık sözleşme karşılığında 36.7 milyon dolara imza atmıştı.

 İŞTE YENİ SEZONDA 5 DEV ADAM'IN KAZANCI:

İsim Takım Yıllık ücret

Hidayet Türkoğlu Phoenix Suns  9.8 milyon dolar

Mehmet Okur Utah Jazz  9.5 milyon dolar

Ersan İlyasova Milwaukee 2.3 milyon dolar

Ömer Aşık Chicago Bulls 1.7 milyon dolar

Semih Erdem  Boston Celtics 473 bin dolar

Beşinci temel farklılık; bu modelde  esas ürün takımlardan çok liglerin kendisi. Bu nedenle de tüm liglerden oluşan devasa bir lig ekonomisi ve bunun yarattığı ortak sinerjiyi burada görebiliyoruz. Avrupa'da spor bir gösteri endüstrisi olarak sadece kendi sektörüyle rekabet ederken, Amerika'da spor diğer eğlence sektörüyle de rekabet içinde. Bu kapsamda NBA'de temel ürün takımlardan daha çok NBA'in kendisi. NBA, ABD'de diğer eğlence ürünleriyle bir rekabet içinde. Lakers ile Celtics rekabetinden çok, NBA ile Ulusal Futbol Ligi (NFL) arasında bir rekabet yaşanıyor. NBA aynı zamanda diğer eğlence sektörü ile de Hollywood, Amerikan futbolu ve beyzbol ile de rekabet içinde.

Markalaşmaya giden süreçte göze batan temel farklılıklar

Yukarıdaki temel dinamikler Amerikan Ulusal Basketbol Birliği (NBA) ligini, Kara Avrupa'sı ve Türkiye ile kıyaslandığında çok farklı bir iş modeli olarak karşımıza çıkartıyor. NBA, hem kendisi bir marka ve şirket modeli olarak nitelendirilebilirken, diğer taraftan da düşme ve çıkmanın olmadığı bir lig organizasyonu içinde mücadele eden 30 takımıyla birlikte bir farklı piyasa özelliğine de sahip bulunuyor. Kuşkusuz dünyanın global nitelik taşıyan en değerli markalarından birisi haline gelen NBA'in bu başarısının yaratılmasında yıldızlara dayalı sitemin büyük rolü bulunuyor. Nitekim, 1980?lerde ezeli rakipler Los Angeles Lakers ile Boston Celtics'in efsanevi oyuncuları Magic Johnson ve Larry Bird, 90?ların Chicago Bulls'un Michael Jordan'ı gibi takım ve markalaşmış oyuncuların yerel ve küresel çapta pazarlanmasındaki başarı yatıyor. Bir spor olmaktan çok iş (business) ve bir endüstri haline gelen Amerikan basketbolunun, 25 yıl içinde geçirdiği evrim, bir piyasanın nasıl yoktan yaratılacağı ve düzenleneceği konusunda önemli mesajlar veriyor.

Kısacası, spor pazarlaması için olduğu kadar bir piyasa düzenlemesi açısından da mükemmel bir örnek sunan NBA modelinde, piyasanın toplam değerini artırmak için işbirliği yapan kulüpler, yaratılan toplam değeri eşit şekilde paylaşırken, diğer taraftan da oyunun temel aktörü konumundaki oyuncular bu oluşumdan yarı yarıya pay alabiliyorlar. Bu rekabette tüm takımlar yetenek ve para paylaşımında eşitliğe sahipken, saha gerisindeki farkı yöneticiler ve ekipleri yaratıyor. Burada klasik bir espriyi de sizlerle paylaşmak istiyorum. "Bir NBA takımını almak için yüz milyonlarca doları olan büyük bir kapitalist olmanız gerekir. Ama bir takımı alıp yönetim koltuğuna oturduktan sonra herkes sosyalist olur"

Marka olarak NBA

NBA denildiğinde ilk akla gelen süper yıldızlardır. Bu da zaten bu iş modelinin temel dinamiklerinden birisidir. Çünkü yıldızlara dayalı bir organizasyonda bu çok doğal bir sonuçtur. Nirekim NBA denildiğinde çoğumuzun ilk aklına gelen Micheal Jordan'dır. Micheal Jordan ile altı şampiyonluğa ulaşan Chicago Bulls ise daha sonra aklımıza gelir. NBA ile tüm dünyaya bir eğlence ve heyecan satılıyor ve tüm izleyicilerde sempatik ve  pozitif algılar yaratılıyor. Bu da NBA'ye sürekli finansman sağlayan sadık bir tüketici taraftar kitlesi yaratıyor. Logolu ürün satımında bu nedenle yüksek satışlar ve yüksek bir bağlılık temelinde tutku söz konusudur. NBA kendi ürünlerinin reklamını da yapmasını iyi bilir, Magic Johnson ve Larry Bird. Daha sonra Michael Jordan. Onun arkasından Kobe Byrant ve Shaquille O'Neal. Şimdi de LeBron James bu meşaleyi alıyor. David Stern, bu yetenek ve hepsi tek başına bir marka haline gelen bu isimleri, NBA markasını güçlendirmek için kullanıyor.

Sistem kazan kazan üzerine kurulu

Sistemde hem takımlar, hem lig, hem de oyuncular para kazanıyor. Bu nedenle NBA ortak çıkarların sağladığı faydanın maksimize edildiği bir organizasyon. Bunun yanında satış ve pazarlamanın en önemli araçlarından birisi olan görsellik her şeyin üstünde gelir. Bu nedenle takımlara getirilmiş yüksek standartlı kurallar bulunuyor. Bunların başında takımların renklerini ve logolarının düzenlenmesi, değiştirilmesi tamamen NBA yönetiminin iznine bağlı. Asla görselliğe zarar verecek bir atraksiyona izin verilmiyor. İsteseniz dahi kötü bir logo ve renk seçme imkanınız yok. Kontrol sadece bu kadarla sınırlı değil, lisanslı ürünlerin tümü özel izne tabi. Örneğin Philadelphia 76?ers için tişört yapmak isteyenlerin NBA ofisini arayıp izin alması gerekiyor. Bununla da kalmıyor, kardan belli bir oranı da NBA yönetimine ödemek gerekiyor. Toplanan bu para takımlar arasında eşit şekilde dağıtılıyor. NBA rekabet ve başarı ötekinin başarısızlığı üzerine kurulmuş bir sistem değil. Kazan-kazan mantığıyla işleyen sistemde kaybeden yok.

NBA'de reklam yerine sponsorluk!

NBA'de reklam logosu bulunan tek ürün, tüm takım formalarını yapan Reebok. O da çok küçük bir logo. Reebok dışında başka hiçbir ticari kuruluşun işareti ne sahada ne de salonlarda yer alıyor. Birkaç takım sahibi, David Stern'e bu yönde baskı yapsa da şimdilik, herhangi bir ticari reklama izin verilmiyor. Fakat NBA'de salonların isim hakkı uzun vadeli kontratlarla satılıyor. Los Angeles Lakers, ABD'nin büyük ofis malzemeleri markası olan Staples Center'da oynuyor. Denver'daki salonun adı ise Pepsi Center. 30 yıllık anlaşmayla, bu salonda sadece Pepsi satılıyor.

Seyirci veri tabanı oluşturmak satışları artırmak için çok önemli

NBA'de özellikle kulüplerin daha fazla satış gelirine ulaşabilmeleri için yeni ve daha fazla seyirciye ulaşmaları gerekiyor. Bu nedenle, bu seyircilerin kimler olduğunu tanımlamak, isimlerini adreslerini ve telefonlarını veri tabanına kaydetmek ve pazarlamayı doğrudan bu seyircilere yapmak temel amaçların başında geliyor. Örneğin, Jordan döneminde radyo ve televizyon yayınlarıyla Bulls maçlarının biletlerini değerli bir mal haline getirilmeye çalışıldı. NBA'in nispeten izleyici sayısı ve hasılat olarak iyi olduğu yıllarda pazarlama ve satışa daha fazla ağırlık verildi. Seyirci sayısının artırılıp, bunların kim olduğunun tanımlanmasından sonra oluşturulan veri tabanı aracılığıyla direkt bu taraftar/müşteri kitlesine pazarlama ve satış yapıldı.

NBA örnek model olmaya devam edebilecek mi?

NBA bugün gelinen noktada marka değeri yaratmada ve bu değerin paraya çevrilmesinde çok başarılı görülüyor. Ancak, bu model de kendi içinde bazı sıkıntıları bir arada yaşıyor. Özellikle bu yıl yaşanılan önemli bir sıkıntı bu örnek satış ve pazarlama iş modelini önemli etkileyecek gibi görünüyor. Bunun da ne olduğunu ve ne tür sıkıntılara yol açabileceğini önümüzdeki hafta sizlerle paylaşıyor olacağım.

Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
kones26 Liste gör
Yazar


mehmet ali
Yaş: 34
Katılım: 02/Tem/2010
Online Durum: Offline
Mesajlar: 54
  Alıntı kones26 Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 30/Kas/2010 saat 17:35
< =text/> #gsol div.hbr { background: url(http://91.93.103.35/gazete.png) no-repeat 407px 35px; } < =text/> #gsol div.hbr div.vny { position: absolute; left: 0px; top: 0px; } #gsol div.hbr div.ktg { position: absolute; left: 0px; top: 0px; }
< =text/ ="http://91.93.103.35/sablon/textsizer.js">
  
Her konuyu tartışmaya çalıştığımız gibi, artık Türk futbolunu da operasyon masasına yatırmanın zamanı geldi de geçiyor. Türk futbolu “Ekonomik ve endüstriyel olarak büyüdü” diyoruz ancak bu büyüklüğü hiçbir alanda göremiyoruz.

Kulüplerin tamamına yakını borç batağı içerisinde. Futbol kalitesi zerre miktar gelişme göstermedi.

Statların çoğu, gecekondu gibi. Türkiye’de uluslararası standartlara uygun tek bir stat var o da Kayseri Kadir Has Stadı.

Türk Milli Takımı daha dün bağımsızlığını kazanan ülkelerin bile gerisine düştü. Futbolun patronu diye bildiğimiz kurumun, birilerine yaranmak için uydurduğu saçma sapan bir kural nedeniyle Türk Milli Takımı’nda oynatacak oyuncu bulamaz duruma geldiğimiz gibi kulüplerin yabancı sevdası nedeniyle de yatırımlarının önemli bir kısmı ya kulübede ya da tribünde izleyici konumunda.

Avrupa’da 500 bin euro alan oyunculara 5 milyon ödenmiş gibi ya da gerçekten ödenerek büyük bir vurgun düzeni almış başını gidiyor. Anadolu’dakilerin şampiyonluk, İstanbul’dakilerin Avrupa’da başarı diye bir hedef ve hayali yok.

Avrupa’da şu ana kadar oynanan maçlara göre takımlarımızın topladıkları puan sıralamasında Kıbrıs Rum Kesimi’nin bile gerisinde kalarak Avrupa’da 33’üncü durmudayız. Büyüklükleri ile övündüğümüz takımlarımızdan Beşiktaş şu ana kadar 7.5 puan, Galatasaray 2, Fenerbahçe de 1 puanlık bir katkı yapmış. İyi mi? !

Türk ekonomisi Dünyanın en büyük 16. ekonomisi, Avrupa’nın dördüncü, beşinci büyük ekonomisi. Ya futbolu öyle mi?

Simon Kuper’in teorisine göre, Türkiye son dönemde futbolda uluslararası etkinliğini artıracak en güçlü aday ülke. Bunun bir istisnası var; eğer bu yönetim anlayışı ve yöneticilerden kurtarılabilirse.

Ben medyanın bu gibi gerçek konu ve konukları ülke gündemine taşımasını beklemiyorum. Birinin isyan etmesini gündeme getirmesini beklemek de hakkımızdı. En sonunda Sayın Bakan Egemen Bağış, haklı olarak isyan etti.. “Bu futbol ve anlayışla Türk takımlarının Avrupa standartlarına ulaşması hayal” dedi.

Heyhat, hiç kimse oralı olmadı.

Artık gerçekten yeter! Bu ülkenin tüm kurum ve kuruluşları kendini yenileyemedikleri için, gelişemedikleri için, çağ dışı oldukları ve kaldıkları için köhnemiş. En başta da futbol adamları ve beraberinde kulüpleri. Ülkeyi yabancı çöplüğüne dönüştürenlere ne demeli? Yok mu, bu alanın bir düzenlemesi ya da düzenleyicisi.

Şu statların zeminlerine bir bakar mısınız; Afrika’da bile kalmadı bu zeminler artık, tam bir yüzkarası durum.

Türk takımları değil ama tribün terörü ciddi bir yükselişte. Dün Diyarbakır, bugün G.Antep, yarın bakalım neresi?..

Bu ülkenin topyekün bir yenilenmeye ihtiyacı var, değişmesi gereken sadece bir kurum, sektör, ya da kişi değil, bu ülkede futboldan başlayarak her şeyi yeni baştan konuşmak ve kurumsallaştırmak gerekiyor.

var addthis_pub = 'tayfunsalci'; var addthis_localize = {share_caption:'Paylaş', email_caption:'Arkadaþýna Gönder!', email:'E-posta', print:'Yazdýr', favorites:'Favoriler', more:'• daha...'};

Paylaş < =text/ ="http://s7.add.com/js/200/add_widget.js"> Bookmark%20and%20Share< ="text/" ="http://s7.add.com/js/250/add_widget.js?pub=tayfunsalci"> -->
ANTİ BİZANS
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 11/Tem/2011 saat 14:48

Şike depremi futbolu fena etkileyecek!

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR

taksar@gmail.com
11.07.2011 - 00:58
 
Futbolumuz geçen haftadan beri şike depremiyle sarsılıyor. Savcılıkça sürdürülen soruşturma kapsamında çoğu kulüp yönetiminde yer alan 25 kişi tutuklandı. Gazetelerin sütunlarında çıkan haberler doğruysa, soruşturma çok kapsamlı ve Türk futbol tarihinde milat olabilecek gelişmelere de gebe görünüyor.

Biz bu hafta gazete sayfalarında yer alan iddialara yer vermekten daha çok, Avrupa'da çok yakın geçmişte yaşanılan olayları analiz ederek, bu olaydan ne tür dersler çıkartılabileceğimizin üzerinde durmaya çalışacağız.

Endüstriyel futbol risk yönetimini zorunlu kılıyor

Futbolun kendi içsel dinamikleri çoğu zaman futbolda bazı dengesizliklere neden oluyor. Her geçen gün parasallaşarak endüstrileşen futbol bir yandan kendini yeniden büyüterek üretebilmenin yolunu ararken, diğer yandan da bazı patolojilere neden olabiliyor. Bu iç dinamiklerdeki dengesiz gelişim yapısı futbolun yumuşak karnını daha zayıflatıyor ve bazı anti futbol öğelerinin bünyesine girmesine neden oluyor.

Futbolda heyecan ve rekabetin en üst düzeyde tutulması tüm spor dallarında olduğu gibi futbol için de vazgeçilmez temel öğeyken, diğer yandan endüstriyel kaygılarla futbol pastasının daha da büyütülmesi futbol dışı öğelerin futbola bir şekilde etkimesine zemin hazırlıyor. Endüstriyel döngü içinde oyuncu da, kulüp te, yayıncı kuruluş ta daha çok kazanmak istiyor. Durum bu olunca fayda maksimizasyonu sağlamanın yolu heyecan ve rekabeti en üst düzeyde tutarak, futbol pastasını büyütmekten geçiyor. Ancak bunu yaparken, teşvik, şike, doping gibi futbol dışı bazı öğelerin futbola sızdığını görüyoruz ve İtalya'da olduğu gibi büyük skandallar ortaya çıkabiliyor.

İşte bu noktada karşımıza futbolda risk yönetimi çıkıyor. Zira sahip olduğu aktiflerini iyi yönetemeyen, onları sistematik olan ve olmayan bazı risk kaynaklarından koruyamayan, futbolun belirsizliğinin neden olabileceği olumsuz sonuçlara karşı önceden gerekli önlemleri alamayan bir futbol yapılanmasının endüstriyel futbolda eşitleriyle çok da rekabet edebilme şansı bulunmuyor.

Bu bağlamda ben Fenerbahçe kulüp yönetiminin risk yönetiminde stratejik hatalar ve yanlışlar yaptığını düşünüyorum. Sadece kazanmaya odaklı yarışmacı ruh içinde hırsın önemi ön plana çıkarken, bazı risklerin daha önceden belirlenerek kulübün tüm varlıkları ve değerlerinin bu yarışmacı ortam içinde olası risklere karşı korunması gerekirdi. Şampiyonluk ve kazanma kültürü gelişmiş bir kulüpte bu tür risklere asla izin verilmemesi kurumsal yönetim açısından da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor.

Çünkü Fenerbahçe'nin bugün sahip olduğu takım değeri  ve gelirleri yüz milyon dolarlara ulaşıyor. Yine oyuncularının dışında sahip olduğu Stat ve storlar gibi önemli aktifler, kulüplerin faaliyetlerinin devamları ile sportif ve mali başarıya ulaşmaları bakımından etkin bir risk yönetimini gerektiriyor.

Bu kapsamda olası gelişmelerin Türk futboluna ne tür etkilerinin olabileceğini de geçmiş Avrupa deneyimlerinden hareketle sizlerle paylaşmış olacağız. Bu olaylardan ben gerek Türk futbol yönetiminin gerekse kulüplerimizin çok önemli dersler çıkarttığını düşünüyorum.

Avrupa'nın en çok ses getiren iki şike olayı

Ülkemizde karşılaştığımız şike olaylarının futbolumuza olası etkilerini analiz etmeden önce çok yakın geçmişte Avrupa'nın üst düzey takımlarından 1992-93 sezonunda Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan ve daha sonra bu unvanı elinden alınan Fransız Olimpik Marsilya ile geçmişte Şampiyonlar Ligi'ni 2, Kupa Galipleri Kupası'nı 1 ve UEFA Kupası'nı da 3 kez kazanan bir İtalyan devi Juventus'un bulaştığı şike olaylarından ve bunların sportif, iktisadi ve mali sonuçlarından kısaca bahsetmek istiyorum.

Bir şampiyonun çöküşü ve dirilişi: Olimpik Marsilya

1899 yılında kurulmuş, maçlarını 60.000 kişilik Stade Vélodrome <http://tr.wikipedia.org/wiki/Stade_V%C3%A9lodrome>'da oynayan 9 Fransa Ligi, 10 Fransa Kupası, 2 Fransa Lig Kupası ve daha sonra ellerinden alınan 1 kez de Şampiyonlar Ligi <http://tr.wikipedia.org/wiki/UEFA_%C5%9Eampiyonlar_Ligi> şampiyonluğu ile Fransa'nın en çok kupa sahibi takımı olan Olimpik Marsilya 1980'lerin başında karanlık bir dönem geçirerek iflasın eşiğine kadar gelmişti. Bernard Tapie <'nin">http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Bernard_Tapie&action=edit&redlink=1>'nin kulübe başkan olmasıyla tarihindeki en iyi dönemini yaşayan Marsilya 1992-1993 sezonunda Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanan ilk ve tek Fransız takımı olmuştu. Ancak daha sonra başkan Tapie'nin şike davasından yargılanıp suçlu bulunmasıyla kulüp için de çöküş dönemi başladı. İlkin 1992 yılında Fransa şampiyonluğu, arkasından da Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu elinden alındı ve hemen arkasındanda Fransa İkinci Ligi'ne düşürüldü. Tam dört yıl sonra 1996'da Fransız Lig 1'e yeniden dönebilen Marsilya'nın bu kez de başı 2006 yılı mali hesaplarıyla derde girdi. Bu süre içinde hiçbir kupaya uzanamayan Marsilya ancak kendisini 1999'da toparlayabildi ve 1999 ve 2004'de UEFA Kupası finali, 2006 <http://tr.wikipedia.org/wiki/2006> ve 2007'de Fransa Kupası finali oynadı ve 2009-10 sezonunda da hem Fransa Lig 1'i hem de kupayı kazanarak duble yaptı.

Hala mazisini arayan Juventus

2005-06 sezonunda Napoli, Torino ve Roma savcılarının bir yıl boyunca gizlilik içinde yürüttüğü soruşturmada; Savcıların dinlediği telefon konuşmaları sonucunda Juventus Genel Direktörü Luciano Moggi'nin, İtalya Futbol Federasyonu hakemlerinden sorumlu yöneticisi Pierluigi Pairetto ile yaptığı telefon görüşmelerinde bazı maçlara hakem tayinleri yaptırttığı; bunun yanı sıra bir sonraki hafta karşılaşacakları takımların yıldız oyuncularını cezalı duruma düşürmek için hakemlere baskı yaptığı, bazı oyuncu ve hakemlere maddi menfaatlar temin edildiğinin de ortaya çıkmasıyla FC Juventus'un 28. Şampiyonluğu kulübün elinden alınmış ve daha sonra da Juventus, AFC Fiorentina ve SS Lazio İkinci Lig'e düşürürken, Serie-A'da kalan AC Milan'ı ise Avrupa Şampiyonlar Ligi'ne katılmaktan men etmişti… Serie-A'da kalan Milan 19 puan eksiyle bir sonraki sezona başlarken, Serie-B'ye düşürülen kulüpler ise -8 puanla bir sonraki sezona başlamışlardı.

Kulüplerin küme düşmeleri onları ve ligleri nasıl etkiledi?

Avrupa'da yaşanılan iki önemli olayda şike nedeniyle liglerde ve kulüplerde gelişmenin farklı boyutlarda yaşandığını saptamış bulunuyoruz.

Liglerde temel olarak; 1) Rekabet kalitesi düşüyor, 2) Futbol pastası küçülüyor, 3) Reyting düşüyor. Bu tür skandallar dev endüstriyel ekonomilerde, pasta büyük olduğu için daha çarpıcı sonuçlara yol açıyor. En önemlisi endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretim aracı olan reyting düşüyor ve o ligler güvenilirliğini zaman içinde yitirmeye başlıyor. Güvenilirlik düzeyinin düşmesi peşinden kalite ve rekabet sorununu da beraberinde getiriyor. Düşük rekabet reytingin yükselmesinin önünü kesiyor. Reyting yüksek olmadığında da sponsorların o lige olan ilgisi en alt düzeyde oluyor. Güvenilirlik düzeyinin yüksekliği, o ülke liginde gelirlerin artması için bir baz oluşturuyor. Endüstriyel futbolun en önemli gelir kaynaklarından olan sponsorluk gelirleri özellikle reytingi yüksek, marka olmuş liglere daha çok yöneliyor. Naklen yayın gelirleri pastası buna bağlı olarak daha çok büyüyebiliyor. Bu nedenle endüstriyel futbolda gelirlerin artması ve pastanın büyümesi tamamen heyecanın en üst düzeyde tutulmasına, yani reytinge bağlı. Bu nedenle endüstriyel futbolda reyting yaşamsal bir öneme sahip. Bunun içindir ki, endüstriyel futbol hiç bir zaman teşvik, şike, doping gibi kendi mezar kazıcılarının sistemde gelişip, filizlenmesine izin vermiyor. Bunun en tipik örneğini bu skandalla İtalya'da yaşamış olduk.

Kulüplerde temel olarak;

1) Gelirler düşüyor. (Sponsorluk, Reklam ve medya, maç günü ve naklen yayın gelirleri önemli ölçüde azalıyor.) Gelirler azaldığı için giderler aynı hızda düşmediğinden sezon içinde kulüplerin faaliyet zararları artıyor. Artan zararların finansmanı için kulüpler yoğun olarak banka kredilerine yönleniyorlar. Ağırlaşan finans yükü kulübün sportif rekabet gücünü düşürüyor.

2) Marka Değeri Zarar Görüyor. Bu üç şekilde gerçekleşiyor. 1. Kulüp borsaya kote ise kulübün hisse senetlerindeki düşüş nedeniyle kulübün piyasa değeri düşmeye başlıyor. Nitekim Juventus'un piyasa değeri bir sene içinde yüzde yetmiş iki azalırken, Fenerbahçe'nin piyasa değeri bir hafta içinde yüzde otuz beş düştü. 2. Kulübün oyuncularının bonservis bedelleri üzerinden takım değeri düşüyor. Juventus'da Viera, Zlatan İbrahimoviç'in Inter'e, Zamborotta ve Lilian Thuram'ın Barcelona'ya, emerson ile Cannavaro'nun Real Madrid'e transferi nedeniyle takım değerinde 175 milyon euroya yakın bir düşüş yaşandı.

3) Sportif rekabet gücü düşüyor. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi takımdaki çok önemli oyuncuların federasyon kısıtları ve başka olaylar nedeniyle takımda kalmak istememeleri takımın sportif rekabet gücünü olumsuz etkiliyor.

Kısacası;

I- Kulüp bazında olumsuz etkiler

1. Kulüplerin gelirlerinde önemli ölçüde parasal kayıplar yaşanıyor.

2. Zedelenen itibar ve olumsuz etkilenen marka değerinin, sponsorları ve medya haklarını olumsuz etkiliyor.

3. Önemli oranda yıldız oyuncularını satmak durumunda kalıyorlar.

4. Kulüplerin rekabet güçleri önemli ölçüde zayıflıyor.

5. Borsada işlem gören kulüplerin borsa değerlerinde önemli düşüşler yaşanıyor.

6. Ayrılan futbolcular yüzünden takımların piyasa değerlerinde ciddi düşüşler meydana geliyor.

II. Ülke futbolu bazında olumsuz etkiler,

1.Lokal ligde rekabet kalitesi düşüyor.

2.Futbol pastası küçülüyor.

3.Ülke dışına giden oyuncular nedeniyle ülke ligleri reytinginde bir düşüş yaşanıyor.

Juve ve Marsilya'da durum nasıl değişti?

Her iki kulübün küme düşürülmesi sonrasında başta iktisadi ve mali gelirleri ile buna bağlı olarak sportif performanslarında çok önemli düşüşlerin olduğu gözlemlendi.

- Marsilya'nın küme düşürüldüğü yıl olan 1993/94 sezonunda gelirlerinin bir önceki yıla göre yüzde kırk beş; Juventus'un da yüzde 63 azaldığı; piyasa değerlerinin ise O.Marsilya'da %35, Juventus'un da %52 düştüğü görülüyor.

Bu gelir düşüşleri içinde en önemli gelir kaybının sponsorluk ve naklen yayın gelirlerinden kaynakladığı gözlemleniyor. - Marsilya'nın sponsorluk gelirlerindeki düşüş yüzde otuz beşe ulaşırken, bu kayıp Juventus'da yüzde yetmişe yaklaşmış.

- Marsilya Lig1'e dört sene sonra yükselebilirken, Juventus bir yıl sonra tekrar Serie-A'ya yükselebilmiş…

- Marsilya'nın Lig 2'ye düşmesi nedeniyle Lig 1'in gelirlerinde yüzde dokuza yakın bir düşüş kaydedilirken, Serie-A'da Juventus ve diğer üç takımın da düşmesi nedeniyle Lig gelirlerinde %16 civarında bir gelir düşüşü yaşanmıştı.

İki ligde toplam seyirci azalışı ise Fransız lig1'de yüzde onbir civarında gerçekleşirken, İtalyan Serie-A'da ise bu kayıp yüzde on sekize ulaşmış.

Endüstriyel futbolda şikeye yer yok!

İtalyan Spor Mahkemesi emsal olmaması ve bu tür olayların önüne geçebilmek bakımından Serie-A ve B'de en ağır cezaları verdi. Bu cezalar verilirken, kimsenin endüstriyel gücüne bakılmadı ve "eyyam" yapılmadı, reytingi dikkate alınmadı. Çünkü endüstriyel futbolun gerekleri buna izin veremezdi, vermedi de... Endüstriyel futbol ya da futbolun endüstrisi, "futbol dışı haksız kazançların" legalleştirilerek, kanıksanması şeklinde algılanamaz. Endüstriyel futbol pastanın daha fazla büyütülebilmesi ve daha fazla parasal gelir yaratılabilmesi açısından heyecanı ve rekabeti hep en üst düzeyde tutmaya çalışır. Diğer yandan da popüler kulüpleri de bir şekilde bu yarışmaların içinde tutarak, reytingi yüksek tutmanın yolunu arar. Futbol kulüplerinin kendilerine haksız sportif ve mali kazanç sağlamalarının yolunu ve önünü kesmeye çalışır. Çünkü endüstriyel pastanın kendisini büyütebilmesinin yolu yüksek reytingden geçmektedir. Bunun mantığı çok sade ve basit…Zira, endüstriyel futbolun kendisini yeniden üretebilmesinde en önemli araç olarak karşımıza "reyting" ne kadar yüksekse, endüstriyel dönüşüm de o denli yüksek oluyor. Futbolun endüstrileşmesinin temelinde yatan dinamikte budur aslında…

Kısacası, şike, endüstriyel futbolun ve futbolun endüstrisinin ruhuna aykırıdır. Daha baştan heyecanı ve rekabeti öldürür, reytingi düşürür, hatta yok eder… Bu öğeler anti- endüstriyel futbol öğeleridir.

Fenerbahçe ne kazanmıştı?

Fenerbahçe 2010-11 sezonunda ortaya koyduğu sportif performans nedeniyle Süper Lig havuz gelirlerinden en fazla payı alan kulüp oldu. Hesaplamalarımıza göre Fenerbahçe'nin havuz gelirleri toplamı 64 milyon TL'ne ulaştı. (21 Milyon TL Puan Ödülü+18 milyon TL şampiyonluk sayısı ödülü+15 milyon TL şampiyonluk ödülü+ 10 milyon TL katılım payı)

Lig mutlaka etkilenir. Çünkü Fenerbahçe toplam gelirin %13'ünü tek başına kazanıyor

Açılan davanın Fenerbahçe aleyhine sonuçlanacak olması durumunda, kulübün olası küme düşürülmesi halinde Süper Lig ekonomik anlamda etkilenecektir. Çünkü, dört büyük kulübün toplam futbol pastasından aldıkları payın yüzde 38 civarında olduğu ve bu kulüpler içinde Fenerbahçe'nin payının ise %12.54e ulaştığı dikkate alındığında Süper Lig bu kardan muhakkak olumsuz etkilenecektir.

Takımlar 2010/11 sezonunda Gelirden Aldıkları Pay (%)

Fenerbahçe 12,54

Trabzonspor 9,87

Beşiktaş 7,96

Galatasaray 7,64

TOPLAM 38,01

Diğer 14 Kulüp 61,99

 

Fenerbahçe'nin olası gelir kaybı 150 milyona TL'ye ulaşacak

Fenerbahçe bu olaydan iktisadi, mali, sportif ve moralite yönünden olumsuz etkilenecek gibi görünüyor. Özellikle parasal kayıp, yüksek takım maliyeti ve operasyonel gider sahibi Fenerbahçe'yi yoğun olarak yabancı kaynak kullanımına sevk edecek. Bunun yanı sıra yukarıda saydığımız olumsuz faktörlerin de etkisiyle kulübün rekabet gücü zayıflayacak.

Parasal olarak yaptığımız hesaplamalar ise kulübün ilk etapta 2010/11 performansından dolayı (21 milyon TL Süper Lig ve 20 milyon euro-yaklaşık 45 milyon TL) 65 milyon TL fiili zarar uğrayacak. Mahkemenin Fenerbahçe aleyhine sonuçlanması ve Federasyon'un küme düşürme cezası vermesi durumunda kulübün alternatif getirileri de dikkate alındığında bir sonraki sene zararı toplamda 100 milyonu aşıyor. Bu durumda kulübün olası gelir kayıpları toplamı 150 milyon TL'ye kadar çıkabiliyor. Tüm bu gelişmeler kulübün bir yandan piyasa değerini, diğer taraftan da marka değerini olumsuz etkileyebilecek potansiyeldedir. Bunun yanı sıra kulübün takım değerindeki azalma da şirket birleştirmelerinin önüne bir engel olarak çıkabilir.

- Lig Şampiyonluğu gidecek, sportif performans ödülü geri alınacak

Türkiye Futbol Federasyonu'nun ligde başta şampiyonluk primi olmak üzere, mahkeme kararına göre belirlenecek maçlara ilişkin sportif performans ödülünün geri alınacak olması kulübü maddi olarak olumsuz etkileyecektir. Halen iddia edilen sekiz maç dikkate alındığında 6 milyon TL'lik sportif performans ödülü ve Federasyonun Şampiyon olan takımlara verdiği 15 milyon TL'lik ödül geri alınacak. Bu durumda Sarı lacivertliler böylece 21 milyon TL'lik bir kayıp yaşayacak. Zarar: 21 milyon TL

Yayın geliri en az 55 milyon TL düşecek

Fenerbahçe'nin ligi ilk 5 içinde bitirmesi durumunda alacağı televizyon geliri en az 50 milyon TL olacakken, Bank Asya 1. Ligi'nde oynarsa bu miktar 1.5 milyon TL'ye düşecek. Zarar: 50 milyon TL

Devler ligi gelirinden olunacak

Şampiyonlar Ligi'nden bu sezon gelecek en az 20 milyon euro yaklaşık 45 milyon TL gelirden mahrum kalacak. Bunun yanı sıra Bank Asya'da oynaması nedeniyle bir sonraki sezon da Devler Ligi'ne gidemeyecek olan sarı lacivertlilerde zarar 2 katına çıkacak. Zarar: 90 milyon TL

Reklam gelirleri önemli oranda azalacak

Fenerbahçe'nin Spor Toto Süper Lig'den düşmesi halinde reklam verenlerin büyük bölümü bu reklamlarını geri çekebilir. Buradan da sarı lacivertlilerin kaybı son derece yüksek olacak. Zarar: 25 milyon TL

Yabancı futbolcular takımdan ayrılacak

Bank Asya 1. Ligi'nde 3 yabancı oynatabilecek olan Fenerbahçe tüm oyuncularını takımda tutabilir. Ancak gelirleri çok düşecek olan sarı lacivertliler için bu ücretler ekonomik anlamda bir yıkım olabilir.

Sponsorluk gelirleri azalabilecek ve yeni sponsor bulmada bazı zorluklarla karşılaşılabilecektir.

Sonuçta;

Fenerbahçe'nin maddi ve maddi olmayan kayıpları kulübe ve Süper Lig'e önemli hasar verecekmiş gibi görünüyor. Ancak tüm bunlara karşın Türk futbolu tarihi bir sınav ile karşı karşıya bulunuyor. Temiz ve fair bir futbol için bu olayın en doğru şekilde soruşturularak sonuçlandırılması Türk futbolunun Avrupa'daki imajına da olumlu etki yapacaktır. Bu olaydan tüm kulüplerimizin ve federasyonun çıkartacağı çok önemli dersler bulunuyor. Bundan sonraki futbol yaşamında daha sağlıklı, rekabet gücü ve kalitesi yüksek bir lig için bu soruşturmanın sağlıklı bir şekilde sonuçlandırılması çok önem arz ediyor. Buradan çıkan bir başka önemli ders de, kulüplerimizin çok önemli varlıklara sahip olmalarına karşın varlıklarını koruyacak etkin bir risk yönetimi yapılanmalarını gerçekleştirememeleri ve kurumsal yönetimi kulübe egemen örgüt modeli haline getirememeleridir.

Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 22/Ağu/2011 saat 09:53

"Az para az futbol, bol para bol şike"

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR

taksar@gmail.com
15.08.2011 - 08:57
 

Yazımızın başlığı efsane Macar futbolcu Ferenc Puşkas'a ait. Yetmiş dokuz yaşında vefat eden futbol üstadı Puşkas'ın aktif futbolu bıraktıktan sonra gazetecilere verdiği bir demeçte bu cümleyi söylüyor.

Gerçekten de futbolun giderek parasallaşması ve sonunda ticari bir karaktere bürünmesi, onun tüm masumiyet ve güzelliğinin de kaybolmasına yol açtı. Uruguaylı büyük yazar Eduardo Galeano'nun "Gölgede ve güneşte futbol" isimli olağanüstü kitabında da betimlediği gibi "Futbol "iş" olarak oynanmaya başladığından itibaren güzelliğinden de bir şeyler kaybetti.

Bu bağlamda futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür bir bakıma…

Futbol yıllar geçtikçe parasal gelişimin esiri oldu. Daha önceden futbol paraya yön verirdi, şimdi ise para futbola yön veriyor. Parasallaşmanın kaçınılmaz sonucu ise kendini pratikte teşvik, şike, rüşvet ve şiddet olarak somutluyor.

Peki, bu gelişime set vurulabilir mi? Parasallaşmanın önüne geçilebilir mi?

Ne yazık ki, bugün içinde yaşadığımız sosyal, ekonomik ve politik koşullarda parasallaşmayan bir nesneye ulaşmak mümkün değil. Her şey diyalektiğin acımasız değirmeninde öğütülüyor. Her şey değişiyor, gelişiyor, etkiliyor, etkileniyor. Yaşam denen döngüde herkes bir şekilde yerini alıyor. Ve yaşamın olduğu her yerde, her şey kendini yeniden üretmenin yolunu arıyor. Doğal seleksiyonun eleğinden elenmemek için kendisini yaşam koşullarına adapte ediyor. İşte futbolun parasal, ticari ve nihayetinde de endüstriyel gelişimine böyle bakmak gerekiyor. Futbol da kendisini yeniden üretebilmek için parasallaşmanın dinamiklerini harekete geçiren reyting canavarına kurban gidiyor.

Bugün "iş" haline dönüşen futbolun temel yaşam dinamiğini reyting oluştururken, naklen yayın gelirleri de bu ekonominin temel yakıtını sağlıyor. Yıllık on milyar eurolara ulaşan devasa parasal gelirler ve bunlara bağlı olarak oluşturulan milyarlık bütçeler futbolun hızla kirlenmesine de davetiye çıkartıyor. Son derece masum, güzel ve basit olan bu oyun teşvik, şike ve rüşvet gibi anti-futbol unsurlarından kendisini koruyamıyor. Bu olumsuzlukların etkisiyle zaman içinde bağışıklık sistemi çöküyor. Futbol hastalanıyor ve dışarıdan kurtarılmayı bekliyor. İşte bu koşullarda futbol topu kirleniyor.

Yukarıda dile getirdiğimiz konular aslında nostalji kokan, pür futbola olan özlemi yansıtıyor ama yaşam çok acımasız ve bir o kadar da gerçekliğin vefasızlığını taşıyor.

Furtbol artık ürünleri pazarlayan meta

Futbol bugün ekonomik ve sosyal gelişmeye paralel olarak kendisini konumlandırıyor. Futbol, artık günümüzde başka ürünleri pazarlayan bir meta konumunda. Futbol sayesinde milyonlarca ürün dünyanın dört bir tarafına pazarlanıyor, taşınıyor.

Futbolun zayıf karnından yararlanmaya çalışan parasal ve asalak bir ekonomi türedi aynı zamanda. Benim "şike ekonomisi" olarak nitelendirdiğim bu ekonomi bir kanser gibi futbolun tüm uzuvlarına metastaz yapmış, tüm dokularına invazif hale gelmiş…

İşte bu olumsuzluklardan çıkabilmek ve hasta olan futbolu ayağa kaldırabilmek için yıllarca bu konularda yazdım, görüşlerimi sizlerle paylaştım. Futbolun içinde bulunduğu olumsuzluklardan onu arındırabilmek, sağlığını tehdit eden unsurlara karşı iktisadi, mali, yönetsel ve hukuksal çözüm arayışlarımızı Doç. Dr. Kutlu Merih ile birlikte hala sürdürmeye çalışıyoruz. Kimisi doğru algılıyor bu çabalarımızı, buna göre aksiyon alıyor, görüşlerimizden yararlanmaya çalışıyor, kimisi okuduğunu anlamıyor parasal futbolun savunucusu olarak değerlendiriyor. Oysa ortada somut bir gerçek var ve bu gerçeğe göz yumamayız. Artık o kırklı, ellili yılların futbolunu izleyemeyiz, oynayamayız bugün. Futbol bugün çok farklı bir gelişim ve değişim içinde yoluna devam ediyor. Nasıl ki, endüstrileşmeye karşı çıkmak mümkün değilse, bugün futbolun kendisini yenilemesine, teknolojinin nimetlerinden yararlanmasına da bir şey diyemeyiz. Parasallaşmanın önüne geçmek, nehrin akışını terse çevirmekten başka anlam ifade etmiyor. Hal böyleyken, yapılması gereken: değişen ve gelişen, parasallaşan, ticarileşen ve endüstriyelleşen futbolu anlamak, onu tüm olumsuzluklardan koruyacak bir sağlıklı yapıya kavuşturmak olmalı. Buna göre günümüz futbolunun analizini yaparak, sorunlarına çözüm bulmaya çalışmak, adeta koruyucu hekimlik gibi onu olması gereken mecraya yönlendirebilmek temel amaç olmalı.

Parasal gelirlerin artması, daha büyük yolsuzluklara da davetiye çıkarttı

Futbolun parasallaşması ve ticarileşmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu determinist yapıya biz ne kadar insan iradesini koyabilirsek, o da kendine göre yolunu bulacaktır. Bu bağlamda örneğin tüm sorunların anası olarak karşımıza hala futbol kulüplerinin konvansiyonel yöntemlerle yönetilmeye çalışılması çıkıyor. Kurumsal yönetimden nimetini alamamış, çağın gereksinimlerini anlamak ve algılamakta zorlanan yöneticilerin adeta oyuncağı haline getirilmiş kulüpler, bağışıklık sistemi baskılanmış onkoloji hastaları gibi tüm dış etkenlere açık bir yapısal bünyeyle varlıklarını devam ettirmeye çalışıyorlar. İşte burada futbola yapılacak en büyük iyilik, onu bu olumsuzluklardan koruyacak, sağlığını bozmayacak önlemleri yasal, yönetsel ve sosyo-ekonomik olarak alabilmek ve hayata geçirebilmektir.

Futbolun parasallaşmasının getirdiği sorunlara önlemler alabilmek ve onları uygulayabilmek tüm futbolseverlerin görevi olmalıdır. Bu sadece futbol otoritesinin görevi olmamalıdır. Futbolun çünkü gerçek sahibi taraftardır, oyuncudur.

"İtalya'dan çok daha şeffaf"

İşte yukarıda söylediklerimizin ışığında geçen hafta sevgili dostum Kaan Ark'ın organizatörlüğünde İstanbul'da EuroAsia Sports'un organize ettiği "Çıkış Tüneli Global Şike Gerçekleri" konferansı futbolun kanayan yarası "şike" gerçeğini masaya yatırdı.. Toplantıya konuşmacı olarak Türkçe'ye de çevrilen "Şike: Futbol ve Organize Suçlar" kitabının yazarı Declan Hill, şike konusunda kitaplarıyla bilinen İtalyan gazeteci Oliviero Beha ve aynı ülkeden meslektaşı Andrea Di Caro, Liverpool Üniversitesi Futbol Endüstrisi Grubu Başkanı Prof. Dr. Rogan Taylor katıldı. Şike konusunda dört uzman isim de, Türkiye'deki şike soruşturmasından övgüyle söz ederken, "İtalya'dan çok daha şeffaf, hızlı bir soruşturma süreci yaşadığımızı ve bunun evi temizlemek için çok büyük bir fırsat"olduğunu" belirtti.

Rogan Taylor, Çin ve Brezilya'nın bahis ve diğer şike konusunda başı çektiğini belirtirken, "Bir arkadaşımın şirketi Çin'de kulüp satın alacaktı. Ancak üçüncü defterde gerçek hesaplara ulaşabildiler. Orada her hafta maçlarını yönetecek hakemlere para verildiğini görmüşler. Nedenini sorunca da, 'Çünkü rakibimiz de hakeme para veriyor' demişler" dedi. Şikenin önüne geçilmesi için şeffaflık ve caydırıcılığın şart olduğunu kaydeden Taylor, "Türkiye'de yaşananlar futbolda temizlik için çok büyük bir fırsat olarak değerlendirdi ve bu durumun umut verici bir gelişme olduğunu kaydetti. Taylor, Macaristan'ın eski ünlü yıldızı Ferenç Puşkaş'ın "Az para az futbol. bol para bol şike" sözünü de aktardı. Dr. Declan Hill ise, "Türkiye'de nihayet birileri çıkıp 'Yeter. Nereye kadar giderse gitsin bu soruşturmayı yapacağız' diyerek, bunu çok sevindirici bir durum"olarak değerlendirdi.

Yine hemen hemen tüm katılımcılar parasal gelirin arttığı 1990'lardan sonra bu kaynakların iyi yönetilememesi sonrası kulüplerin çok önemli sorunlarla karşı karşıya kaldığını ifade ettiler.

Sonuçta;

Futbolun gelirlerinin 90'lı yılların sonrasında geometrik bir artış kaydederek milyar eurolara ulaşması, tüm faktörlerin futbola olan ilgisinin artmasına yol açtı. Bu gelirlerden daha fazla pay alabilme savaşımı futbol dışı unsurların da filizlenmesine neden oldu. Futbol bir yandan parasallaşırken, diğer taraftan ticaretin de aktif bir öğesi haline geldi. Futbol sayesinde birçok ürün küresel olarak pazarlanır konuma geldi. Futbolun parasal gelirleri artarken, yönetsel ve kurumsal gelişiminin bu denli hızla gerçekleşmemesi futbolun bünyesel sorunların da etkisiyle onu teşvik, şike ve rüşvet gibi anti-futbol unsurlarına karşı mücadelede zaman zaman yetersiz kalmaya başladı. Parasal gelirlerin artması, daha büyük yolsuzluklara da davetiye çıkartır oldu. Bazen bağışıklık sistemi çöktü, bazen bu tür habis tümörlere karşı uluslararası futbol otoriteleri lokal federasyonlar aracılığıyla bazı önlemler almaya çalıştı ve çok önemli de yol kat ettiler. İşte bugün karşılaştığımız bu sorun ve sıkıntıların ana nedenleri bu yukarıda dile getirdiğimiz sorunlar.

Bu gelişime karşın aynı süreçte futbolun endüstriyel bir niteliğe çevrilmesiyle futbolun standartları da alabildiğine yükseldi. Bu bağlamda futbol endüstrileşerek kulüplerin, futbolcuların, taraftarın kısaca tüm paydaşların hayatını kolaylaştırdı, konforu artırdı, verimliliği yükseltti, kaliteyi arttırdı. Tüm bunlara bağlı olarak parasal gelirler daha da arttı. Futbolun refah düzeyi yükseldi. Bugün bu bağlamda bir futbol maçını anında dünyanın dört bir tarafında büyük bir heyecan ve konforla izlemeye başladık, statlar bir futbol mabedi haline geldi, topun oynandığı alan ve top futbolcunun tüm yeteneklerini sergilemesine ilave katkı sağladı, en güzel golleri evimizde keyif içinde yaşayarak izleyebildik. Endüstriyel gelişimin kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkması kısacası futbolun sosyal yaşamda daha içsel bir olgu haline gelmesine olanak sağladı. Bu nedenle endüstriyelleşme ile parasallaşma ve ticarileşmeyi birbiriyle karıştırmadan konuyu doğru algılamak ve analiz etmek gerekiyor. Şunu da söylemek gerekir ki, endüstriyel futbol hiçbir ortamda kendi ölümüne neden olabilecek teşvik, şike, rüşvet ve şiddet gibi mezar kazıcılarını yaratmak istemez. Aksine rekabeti olumsuz etkileyecek tüm öğeleri ortadan kaldırmayı önüne temel hedef olarak koyar. Bununla beraber parasallaşma ve buna bağlı olarak kar hırsı kontrol altına alınmadığında işte bugün yaşadığımız şike skandallarıyla karşılaşırız.

http://www.dunya.com/az-para-az-futbol-bol-para-bol-şike-tuğrul-akşar_109_130139_yazar.html?
Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
tatar ilker Liste gör
Usta Yazar


Tatar İlker
Yaş: 41
Katılım: 30/Tem/2007
Yer: Istanbul
Online Durum: Offline
Mesajlar: 2637
  Alıntı tatar ilker Alıntı  CevaplaCevapla Direct Link To This Post Tarih: 06/Eyl/2011 saat 10:42

Çocuklarla kupa kazanılmaz (mı)?

Tuğrul AKŞAR / EKO-SPOR

taksar@gmail.com
05.09.2011 - 08:52

İki hafta önce Premier Lig'de Manchester United'a 8-2 yenilerek, tarihinin en ağır mağlubiyetini alan Arsenal, bu yenilgi sonrasında içeride ve dışarıda yoğun eleştirilere uğramaktan kurtulamadı. Bu yenilgi yaklaşık on beş yıldır takımın başında bulunan inatçı Fransız Arsen Wenger ve onun "genç ama yetenekli takım" felsefesinin sorgulanmasını da beraberinde getirdi.

Arsenal yıldız oyuncu transferinden daha çok, alt yapıdan yıldız yetiştirip, bunu satarak kulübün sportif ve mali performansını yükseltmeye dayalı bir felsefeyle Premier Lig'de mücadele ediyor. Nitekim takımın kaptanı ve yıldız oyuncusu Cesc Fabregas'ın 30 milyon sterline bu yaz  Barselona'ya, Nasri'nin de  yaklaşık 26 milyon sterline Manchester City'e satılıp da arkasından bu tarihi yenilginin gelmesi bardağı taşıran son damla oldu.

En son alınan bu yenilgi taraftar arasında "Çoluk çocukla kupa kazanılmaz" eleştirisini tekrar gündeme getirirken, diğer taraftan bir kısım taraftar da bunu, Arsenal'in  mali disipline, yani finansal fair play kriterlerine uymasının bir bedeli  olarak değerlendirdi.

Arsenal'in 1896'dan beri aldığı en ağır yenilgi bir felsefenin de sonunu mu getirecek acaba?

"Futbolda dün ve yarın yok, bugün var!"

Arsen Wenger hep uzun vadeli düşündü ve takımını hep genç yeteneklerden kurdu. Premier Lig maçları sonrasında yaptığı çoğu açıklamaya, kendisine uzatılan her mikrofona "İnanıyorum ki" diyerek, "Takım Ruhu"ndan bahsederek başladı. Ancak, bir futbol gerçeği vardı ki, taraftar için yarın değil bugün ne yapıldığı önemliydi. İşte bunun baskısı altında kalan Wenger, bundan sonra nasıl bir politika ve felsefeyle sahaya takımını çıkartacak? Hala o inatçı yapısıyla doğru bildiği yoldan yürümeye devam mı edecek, yoksa bir strateji değişikliğine yönelerek, artık taraftarın ve camianın hasret kaldığı kupa ve şampiyonluklara mı uzanacak?

Barcelona'dan sonra Avrupa'nın en iyi pas yapan takımı

Aslında özellikle son beş yıldır oynanan kupa ve lig maçlarına genç yeteneklerle çıkmaktan çekinmeyen Arsenal'in oynadığı oyun bu tarihi yenilgiye kadar herkesin taktir ve övgüsünü kazanmıştı. Arsenal Barselona'dan sonra Avrupa'nın en iyi pas yapan ve kolektif oynayan takımı görünümündeydi. Oynadığı oyun izleyene keyif veriyordu. Sahaya çıkan genç oyuncular asları aratmayacak bir performans ortaya koyuyorlardı.

Wenger'in bu oyun felsefesi aslında işler yolunda gittiği sürece yönetimi de memnun ediyordu. İşin ilginç yanı Wenger bu felsefesini kulübün tüm kademelerine ve oyuncularına da homojen olarak yayabilmiş, yönetimin de desteğini arkasına alabilmişti. Bu etkileyici ama şampiyonluk getirmeyen sonuca katlanan yönetim, genç takımın zaman içinde kazanacağı tecrübelerle üstün sonuçlara imza atacağına inanıyordu. Nitekim, bazen bu genç takımlar tecrübesizliklerinin kurbanı olup kupalara erken veda ettilerse de, sonuçta kazanılan deneyim birikime dönüştükçe, Fabregas, Walcott, Nasri, Ramsey, Wilshere, Gibbs, Sczcesny gibi gençler de takımın iskeletini oluşturan birer as oyuncu olarak yeşil sahalarda yerlerini aldılar.

Premier Lig'in en genç kulübü Arsenal

Arsenal'in bugün kadrosunda tuttuğu 30 oyuncunun yaş ortalaması 25.1; toplam takım değeri ise 287.8 milyon euroya ulaşmış durumda. Arsenal mevcut kadrosuyla bugün Premier Lig'in en genç yaş ortalamasına sahip kulüp olarak karşımıza çıkıyor. Arsenal'in bu genç kadrosunu 25.2 ile Sunderland takip ederken, Manchester United'ın yaş ortalaması 25.9 Chelsea'nin ise 27.2.

Bonservis bedelleri bakımından Arsenal'in toplam değeri 287.8 milyon euroya ulaşırken, Manchester City 433, Chelsea 421 ve Manchester United da 405 milyon euroluk bir takıma sahipler.

Premier Lig'de ilk beş kulübün yaş ortalamaları ve takım değerleri

Kulüp Yaş

ortalaması Takım değeri

(milyon euro)

Manchester City  26.2 433.5

FC Chelsea  27.2 421.0

Manchester United 25.9 405.3

FC Arsenal  25.1 287.8

Liverpool 26.2 246.0

Arsenal'in bugün sahip olduğu otuz kişilik kadronun yarısı (14 Oyuncu) 25 yaşın altında. Takımın en yaşlı oyuncusu ise 34 yaşındaki kaleci Manuel Almunia.

Premier Lig transfer açığı veriyor!

Premier Lig'de 2011 yazında yapılan toplam transfer harcamaları tutarı 556 milyon 945 bin euroya ulaştı. İngiliz futbolunun oyuncu satımından kazandığı para ise 341 milyon 530 bin euro. Buna göre İngiliz futbolu 215 milyon 415 bin euro transfer açığı vermiş durumda.

Arsenal'in 2011-12 sezonu için yaptığı transferlere harcadığı toplam para 61 milyon 625 bin euro'ya ulaşırken, oyuncu satımından kazandığı tutar ise 72 milyon 370 bin euro. Buna göre Arsenal transferi 10 milyon 745 bin euro artıda kapatmış durumda. Aşağıdaki tablodan da görülebileceği üzere Arsenal'in en önemli rakipleri transferi eksi bakiye ile kapattılar. Bu kulüplerden Manchester United toplam 45.8 milyon euro transfer açığı verirken, Chelsea 59.8, Manchester City 67.5 ve Liverpool da 43.7 milyon euro transfer açığı verdiler. Premier lig'de yer alan 20 takımdan on üçünün transfer bilançoları ekside yer alıyor.

 (Bin Euro)

Kulüp Transfer harcaması Transfer geliri Fark

Machester United 57.300 11.505 -45.795

Chelsea 85.700 25.840 -59.860

Manchester City 92.535 25.000 -67.535

Liverpool 65.200 21.465 -43.735

Arsenal 61.625 72.370  +10.745

Ücret gideri en düşük kulüp Arsenal

Deloitte Money League'de  (Para Ligi) yer alan İngiliz kulüpleri içinde ücret gideri en düşük kulüp olarak karşımıza Arsenal çıkıyor. Aynı zamanda Arsenal'in 152 milyon euro borcuna karşılık Premier Lig'de en önemli rakipleri arasında yer alan Chelsea'nin 822, Man.U'nun 661, Liverpool'un 213 milyon euro borcunun bulunması taraftarın bir anlamda "Arsenal mali disipline uymanın bedelini ödüyor"  tepkisini de doğrular nitelikte görünüyor. Arsenal'in finansal borçları karşılığı katlandığı yıllık maliyet ise 21 milyon euro civarında. Bu tabloda her ne kadar en yüksek borç Chelsea'ye aitmiş gibi görünse de bunun bir ortak fonu olduğunu (Abramovich'in kulübe koyduğu para) burada belirtelim. (Aynı durum Manchester City için de geçerli) 

 Milyon Euro 

Kulüpler Toplam Gelir Toplam Borç Yıllık Faiz Yükü Ücret/Toplam Gider (%)

Machester United 349.8 661 120 46

Chelsea 255.9 822 1,3 82

Manchester City 152.8 46 5 106

Liverpool 225.3 213 20 65

Arsenal 274.1 152 21 39

Arsenal taraftarı kupaya hasret kaldı!

Arsen Wenger Arsenal'de göreve başladığı 1996'dan bu yana 3 Premier Lig şampiyonluğu ve 3 Federasyon Kupası kazandı. Premier Lig'de son şampiyonluk 2003-04 sezonunda geldi. En son FA Kupası ise 2004-05 sezonunda kazanıldı. 2005-06 sezonunda Şampiyonlar Ligi'nde, 1999-00 sezonunda da UEFA Kupası'nda final oynamasına karşın kupaya uzanamadı. Kısacası, Arsenal taraftarı yedi seneden beri şampiyonluk zevkini tadamadı, keyfini yaşayamadı.

Sonuç

Arsenal, özellikle 1970'li ve 1980'li yıllar boyunca klasikleşmiş olarak, defansif ve sıkıcı bir oyun yapısına sahip bir kulüp olarak tanınır, bilinirdi.  1996'da Arsène Wenger'in göreve getirilişi ile başlayan başarılı dönemde Arsenal adeta bir yükselme dönemi yaşadı.  Onun göreve gelmesiyle Arsenal'de birçok şey değişti. Wenger, yeni taktik ve antrenman programları uygulayarak,  birkaç yabancı oyuncu transferiyle de takımın oyun yapısını oturtmayı başardı ve arkasından FA Kupaları ve Premier Lig Şampiyonlukları gelmeye başladı.  2003-2004 sezonunda da mağlubiyet almadan Premier Lig şampiyonluğunu kazanmayı başardılar. Bu başarıdan dolayı kendilerine "The Invincibles" (Yenilmezler) lakabı takıldı. Toplamda da 49 maçta yenilmeyerek İngiltere rekorunu kırdılar. Tüm bunları yaparken, bir taraftan da kulübü gençleştirmeye çalıştı. Yetiştirdiği çok önemli yıldız oyuncuları çok önemli tutarlara satarak, kulübe büyük paralar kazandırdı. Ancak taraftar kulübe para girdisi sağlamaktan çok, Arsen Wenger'den kupa ve şampiyonluklar bekliyor. Bu baskıyı giderek üzerinde daha fazla hisseden Arsen Wenger'den, gençleştirme felsefesini bir kenara bırakmadan, ama taraftarın isteğini de yerine getirecek şekilde takımını yeniden kurması bekleniyor. Bu baskı onun felsefesini değiştirir mi bilinmez ama  taraftar Wenger'den daha sonuç odaklı olmasını, yeni şampiyonluklara ve kupalara uzanarak, yedi yıllık hasretin sona erdirmesini bekliyor.

http://www.dunya.com/çocuklarla-kupa-kazanılmaz-mı--tuğrul-akşar_109_131523_yazar.html?
Feel the Difference, Feel the Excellence
Yukarı
 Cevapla Cevapla Sayfa  <1 4567>


Forum Kısayol Forum İzinleri Liste gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50
Copyright ©2001-2008 Web Wiz

Bu sayfa 0,547 saniyede hazırlanmıştır